Zarafet ehli gönüllerin, ilham bahçesinde hayat bulan notalar; şairane kalemlerden dökülen güfteler ile birleşince; müteessir yürekleri kor gibi yakan nadide eserler çıkıverir ortaya…

 Ahenkli sözler, nota portresini bir inci tanesi gibi süsleyen ses formu ile birleşir; aşk acısı ile tarumar olmuş yaralı sinelere, bir nefes olur bu eşsiz şarkılar.

 Türk Musikisi’nin birbirinden farklı makam usulleri ile, her namede ayrı bir tat , her şarkıda ayrı bir tavır hissedilirken; notaların deminde huzur bulan dinleyici, sazendenin sihirli dünyasında buluverir ansızın kendisini.

 Saz erbabı bestekarların, gönül telinizi titreten bu şarkıları, biçare ruhunuzun en derin yaralarına usulca nüfuz eder; siz ise farkında olmadan başka kapılara kul olur, başka alemlere terk-i diyar edersiniz adeta.

 Bestekar “Zekai TUNCA” nın dediği gibi, “Ben sende Yaradanı sevdim” demeye başlar; Leyla’ da Mecnun’ u, Mecnun’ da Leyla’ yı görür; ukbaya karışırsınız ilahi aşkın uhrevi ateşinde.

 Bazense bu şarkılarda, karşılıksız bir sevdanın intizarına şahit olur; bir dilbere yazılmış en nezih sözleri duyarsanız hayranlıkla.

 Öyle ki, bu sözlerle cins-i latif olan kadın nesli, kendisine giydirilen şehvet örtüsünden sıyrılır, insan olarak beğenilmenin onuruyla tanışır ilk defa.

 Kadın hissiyatına atılmış en zarif erkek imzasının sanatsallığı karşısında, insana duyulan sevgiye derin bir kutsallık atfeder, tazimle eğilirsiniz, aşıkların o ilahi ruhaniyetinin önünde…

 Kimi zamansa “Orhan Seyfi” gibi ıstırabınızı kelimelere döker, yitirilen bir evladın dinmek bilmeyen hicranını duyumsarsınız ruhunuzun derinliklerinde. Kendi ellerinizle toprağa verdiğiniz can parenizin mezar taşına, hasret kokan bir veda busesi kondurur; yarım bir şiir terennüm edersiniz mübarek toprağa:

 “Hani o bırakıp giderken seni,

 Bu öksüz tavrını takmayacaktın.

 Alnına koyarken vedâ buseni,

 Yüzüme bu türlü bakmayacaktın.”

 An gelir vefasız gidişlerin hüznü kaplar tüm düşüncelerinizi. Sessiz gemilere binip giden yolcular için ağır bir matem tutar; ölüm ve yaşam arasındaki o görünmez çizgiye bakar durursunuz öylece. Derken, dede yadigarı antika bir gramofondan yayılan bir şarkı, kimseyle paylaşmadığınız özlemlerinizi hatırlatır size… Söz sırası, bir Şehr-i İstanbul aşığı “Yahya Kemal” dedir artık:

 “…… Demir almak günü gelmişse zamandan,

  Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

  Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol,

  Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.”

 Bazen ömrünüzün, bir kum saati gibi akıp gittiğine şahit olur, silik aynaların karşısına geçerek; kırışmış suratlarınızın her bir çizgisine yuvalanmış anılarınızla yüzleşirsiniz usulca. Eski fotoğraflardan örülü bir dünyanın yorgun kapıları aralanır size. Geçmişte kalan gençliğinizin ahını alır kayıp giden zaman. Birden bir  “Yıldırım Gürses” şarkısı düşer yıldızlardan avuçlarınıza:

“Elveda, elveda gençliğim,
 Elveda, ey hatıralar… 
 Elveda mesut günlerim, 
 Ümit dolu sayfalar…”

 Velhasıl; her şeyin tadında yaşandığı, insana ait her türlü olağan hikayenin en nezih bir dille anlatıldığı, kainat senfonisinin muhteşem bir yansıması olan Türk Sanat Musikisi, adından da anlaşılacağı üzere, notaların ve kelimelerin ilm-i musiki disiplininde sanatlaşmış halidir.

 Bir ekol, bir medeniyet tasavvuru, bir soylu ifade şekli olan sanat musikisi, kadim Türk tarihinin bir müzikal başyapıtı ve muhteşem bir sesli kaynakçası olmaya devam edecek; her daim bu işe gönül veren musikişinasların gayretleriyle, nesilden nesile aktarılarak; o eşsiz hikayesini, moderniteye inat devam ettirecektir.