Geçtiğimiz Cumartesi akşamı, Alifuatpaşa’daydık. Necip Fazıl şiirleri okumak için. Sakarya Valiliği’nin düzenlediği 1. Sakarya Şiir Akşamları’nda, Yavuz Selim Han’ın babasının yaptırdığı o muazzam köprüdeydik. 
Vefatının (ahirete doğumunun) yıldönümünde Sakarya Nehri’nin sesiyle yıkadık ruhumuzu. Nehrin sesine Necip Fazıl’ın sesini kattık. Kendi sesini. “Sakarya Türküsü”nü.
“Üstad” doğduğu gün ölen adamdır. Bunu da ölümünden 55 yıl evvel yazdığı bir şiirde haber vermiştir. “Kalma, gel, işkencede! / Ruhumuz ebedidir; / Bunu duy, tek hecede! / Ömür ki, bir kurak çöl, / Onu tek bir güne böl; / Şebnem gibi doğ ve öl, / Yıldızlı bir gecede!..” Hayatını bir şebneme benzetmek isteyen Necip Fazıl, 1928’de yazmış bu şiiri. 26 Mayıs’ta bu dünyaya gelen, 25 Mayıs’ta bu dünyadan giden biri yazmışsa bu şiiri ne denebilir, tesadüf mü? Hiç şiirsel değil!
Sakarya Valisi Mustafa Büyük, Büyükşehir Belediye Başkanı Zeki Toçoğlu, Rektör Muzaffer Elmas, Geyve Kaymakamı İdris Akbıyık, Taraklı Kaymakamı Ömer Yılmaz, diğer kaymakamlarımız, belediye başkanlarımız, Emniyet Müdürü Mustafa Aktaş, SATSO Başkanı Mahmut Kösemusul, İl Kültür ve Turizm Müdürü Hüseyin Yorulmaz, “Fahri” Kültür Bakanımız Fahri Tuna, Geyve’li şair ve bence çok iyi bir denemeci Ercan Yılmaz, çok değerli şair Yılmaz Güney, yine Sakarya Üniversitesi’nden Yılmaz Daşçıoğlu ve Serhat Demirel, Değişim Yayınları sahibi İsmail Aydın, geceden aklımda kalan simalar.
Harika bir ışık sistemi. İki karşı tepeye özel ışık. Biri bayrağa. Biri minareye. İnanılmazdı. Necip Fazıl’da memleketçilik, milliyetçilik, vatan pek öne çıkmaz, saklı kalır, konferanslarına belki, fakat ruhu şiirnde daima nefes alır.
Şiirleri Süeda Çil ile beraber okuduk. “Canım İstanbul” şiirine sıra gelince Vali Bey’e sürpriz yaptım, herkese aslında. Akışı değiştirmek için izin istedim. “Canım İstanbul şirini benden daha iyi okuyan birinden dinlemek istediğimi” söyledim. Perdede Recep Tayyip Erdoğan’ın seslendirdiği şiir klibi vardı.
Alkışlara şöyle teşekkür ettim. “Şiir okuduğu için hapsedilmişti. Şimdi Başbakan. Neden negatif ayrımcılık yapalım? Başbakan diye görmezden mi gelelim? Benden iyi okuyor bu şiiri.”
“Geyve Boğazı’nı zorla geçen tek kuvvet Sakarya Nehri’dir” diye yazmış bir tarihçi. Geyve’nin kurtuluşu yok bu nedenle. Tüyleri diken diken oluyor insanın. “Kuvay-i Milliye Destanı” şairi Nazım Hikmet’in öz dayısı Ali Fuat Paşa, Ali Fuat Cebesoy, vefatından evvel gelip, bastonunun ucuyla göstermiş gömülmek istediği yeri. Buradaydık Cumartesi günü. Anlamı büyük.
Bazen fazla küçümsüyoruz, savaşı, milli mücadeleyi, sonra bazı anlaşmazlıklar oldu diye, bazı hatalar oldu diye, savaşı da, kahramanlarını da hafife alıyoruz. Zulümdür. Özellikle yeni yetme İslamcı demokrat liberallerde var bu küçümseme. Yanlıştır. Ayıptır. Günahtır. “Sakarya Türküsü” ne kadar lazımsa, Allah göstermesin diye dua ettiğimiz muhtemel savaşlar için “Kuvay-i Milliye Destanı” da o kadar gereklidir. Allah göstermesin. Nazım’ın dili de Türkçesi de Necip Fazıl’ın sesi ve nefesi kadar ihtiyaçtır, namus için, hürriyet için. Onlar “ses bayrağımız Türkçemiz”in fedaisidirler ve Yunus Emre’nin izinden, dilinden, yolundan giderler. Galiba, şehid olmanın kafiyesi yok, ondan bulamıyoruz değerini ölçecek bir mikyası. Herhangi bir ideoloji ya da siyaset tartışması hatırına, bir tek şehidin günahına girmekten korkarım. Korkunuz.
Alifuatpaşa’da sahnede okurken başka duygulara da kapıldım belki ama ne zaman “Zindan’dan Mehmed’e Mektup” şiirini okusam, sade bize değil, bizim başkalarına yaptığımız haksızlık ve eziyetler de gelir aklıma.
Gelmelidir.
Geçen haftaki yazımda, “ırmağa eğilip ağlayan salkım söğütlerin yaprakları arasından belki de dolunay görünecek” demiştim. Ercan Yılmaz hatırlattı. “Hani”, dedi “çıkmadı ay?” Süeda Çil’e, sahnenin arkasında, “Bak, biz 30 şiir seçtik, sürelerini hesaplamadık, saatten de haberimiz yok, hoca Kur’an okumayı bitirecek, el Fatiha diyecek, ezanlar başlayacak.” demişim de, öyle olmuş da, “Ölmezler” demişim Süeda’ya, “Bırakmazlar” demişim. Bunu hatırlatıyor Ercan. Keramet bir yere kadar diyor. Oysa bırakmazlar.
Alifuatpaşa’da çaylarımız bitmeden, dolunay, Parla Tepesi’ndeki yerini almıştı. Bembeyazdı. Al bayrağımızın yanında duruyordu. Demek Necip Fazıl’ı tepenin arkasından dinlemiş. Ağladığı belli olmasın diye de görünmemiş. Şimdi, Sakarya’ya düşüp yüzünü yıkıyor.
Dolunay daima bayrağın yanında olmalı. Nehirler de şiirlerle bir akmalıdır. Şiirlerle. İnsanla. Kıvrım kıvrım. Sakarya gibi.