Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:
Değmesin mâbedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli. M. A. ERSOY

Bir resmi toplantıda ifade ettiğim üzere, ülkemizde Müslüman olmak ve yaşamak “SABRI CEMİL” gerektirir. Yakup peygamber oğlunu kaybettiğinde talebi ve duruşu “sabrı cemildi”. Bizim de din kaybımız bu sözü gerektirmektedir. Mertçe ifade edecek olursak ülkemizde ki “inancın maruz kaldığı fitnelerin” daha haritası ve katoloğu çıkarılabilmiş değildir. Ülkemizin kuruluşuyla birlikte ilk çeyrek asırda “din eğitimi sekteye” uğradığından din hürriyeti de akamete uğramıştır. Ve fetret dönemini yaşamıştır.
Biz din dediğimiz zaman eğitim ve yaşanabilirlikten söz ediyoruz. Değilse vicdanda gizli kalan imandan bahsetmiyoruz. Müslümanlar bir dönem Ashabı Kehf gibi gönüllerini ve evlerini imanın sığınılan mağarası olarak yaşamışlardır. Ashabı Kehfin gençlerini bu zulme reva gören kimdi; O devrin idarecileriydi. Anlaşılan o ki iktidar ve din kavramı özgürlük açısından büyük anlam taşımaktadır.
1976 yılından itibaren yaşananlara baktığımızda “din” daima tartışmanın merkezinde olmuştur. Ben üç yaşındayken ülkenin başbakanı ve vekilleri asılmış, imam hatip okurken orta kısmı kapatılmış, en küçük oğlum imam hatipe gidecekken tüm yolları kapatılmış bir ülkenin insanıyız.
Merkezi vaaz uygulaması, ezandan daha önce uygulamaya konmuştur. O zamanki gelişmemiş teknoloji sebebiyle kablolar direklerden uzayarak camilere aktarılmaktaydı. Cami görevlilerini direklerde görmek mümkündü. O devirde idareciler, din görevlilerine camilerde “vaaz etmeyin” diye talimat verirlerdi. Merkezi sistemi kapamayın talimatını kulaklarımız çok duymuştur. Tabi bunun alt sebepleri için çok şey söylenebilir.
Fakat vaaza devam edenlerinde ceza aldığını duymadım. Söz gelimi bana hiçbir zaman yüz yüze vaaz etme demediler. Belki takdir görmedik, görmemezlikten gelindik fakat uslub ve kaynağa dikkat ederek yapılan ne hutbeler ve nede vaazlar içinde soruşturma geçirmedim.
Merkezi sistem ezan ise son on yılın ürünüdür. Güzel ezan okuyan azaldı ve ezanlar zamanında okunmuyor diye teknolojininde gelişmesiyle bu sisteme geçildi. Bilmeyenler için arz edeyim. Merkezi sistem ezan, her camiye konulan alıcının o caminin minaresinin hoparlörlerine kablosuz bağlantı yapılmasıyla çalışıyor. Orhan camiinden açılan ve okunan ezan sistemi diğer camilerin sistemini otomatik olarak açıp kapamaktadır. Diğer cami görevlilerinin minare ve ses cihazlarına müdahalesi söz konusu değildir.
Ben işin başlangıcından bu yana ne merkezi ezana ve nede merkezi vaaza yakın durmadım ve doğru bulmadım her uygun ortamda da bu görüşümü ifade ettim. Fakat gerek halkımız ve gerekse görevlilerimizin de görüşleri bu konuda farklılık arz etmektedir. Şimdi ise köylerimizden başlamak üzere merkezi sistemden çıkış uygulamasına geçilmiştir. Elhamdülillah. Emeği geçen ve desteği olanlara teşekkürler. Diyanetin yeni söylemi şudur; Her kürsüden ve her minareden o caminin kendi görevlisi ezan ve vaaz vazifesini yapmalıdır. İnşaallah daha güzel günlere ulaşmak dileğiyle.
Gök nûra garkolur nice yüzbin minâreden
Şehbâl açınca rûh-ı revân-ı Muhammedî. Y. KEMAL
-----------------------------------------------------------------------------------------------
DOKTORA VE ÖĞRETMENE ŞİDDET
Şiddet insanın doğasında vardır. Melekler insanın yaratılacağını öğrenince “kan dökecek ve ifsat çıkaracak” birini mi yaratacaksın diye beyan da bulunurlar. Bu şu anlama gelmemeli, şiddet yaratılışın gereğidir demek istemem. Fakat insanı tanımak gerekir. Bu sebepledir ki şiddet her meslek insanında bulunabilir.
Ülke haberlerinde duyduğumuz konulardan biride “Doktora ve Öğretmene” şiddet konusudur. Şiddet yapan asla masum değildir ve makul görülemez. Fakat benim üzerimde durmak istediğim husus bu cahil insanlara karşı nasıl davranmalıyız ki, sonucu şiddet olmasın. Şiddet sebeplerinin ciddiyetle araştırılması gerekir.
İmamı Azam yolda bir öküz görür ve yolunu değiştirir. Ey imam derler öküzden mi korktun da yolunu değiştirdin. İmama; Onun boynuzları var, benimse aklım var der. Şimdi bize düşen görevlerden biride, muhatabımızı tanımaktır.
Tekrar ediyorum, bu iki meslek gurubuna yapılan şiddette kesinlikle karşıyım. Bir harf öğretene köle olurum medeniyetinden, hocasına el kaldıran öğrenciye vardık. Doktor bizde hekimdi fakat hikmet yok olunca elde sadece beden mütehassıslığı kaldı.
Almanya da tanıdığım yaşlı bir Türk doktoru (1984 yılında) şöyle ifade etti; “Almanya da hasta doktorun efendisi, Türkiye de doktor hastanın efendisidir” Bu meseleler sadece doktor ve öğretmenin meselesi değildir. Mevcut sistemin getirdiği yapının sonuçlarının da göstergesidir.
İnsan adam yerine konulmasını ister, kendisine vakit ayrılmasını ister ve en önemlisi probleminin çözümüne yardım ister. Doktor ve öğretmenle her kesimden, tahsilden ve konumdan insanlar karşılaşabilir. İnsan seçme imkânları yoktur. Psikolojik sorunu olandan, maddi sıkıntı çeken, okumuş, cahil, inanan, inanmayan, dili, ırkı farklı her kesim insan muhatapları olabilir.
Ülkemizde hiçbir kesim insanın, diğeri karşısında bir değeri yoktur. Var olanda göstermeliktir. İmam dendi mi çok yemek yiyen, mevlütçü, cenazeci, ezberci, muskacı, bakımsız, donanımsız vs akla getirilir. Diğer meslek erbabını sayıp da kimseyi üzmeyeyim. Ülkemizde doktor ve öğretmenin de yeterince sevildiği kanaatinde değilim.
Tıp ve öğretmenlik bilgisi kadar, muhatapla iletişim bilgisi de öğretilmelidir. Cerrahpaşa da üç yıllık gözlemim sonucu anladım ki, uzmanlık gayretinde olan gençlerin insan ilişkileri, ailevi terbiyenin ötesinde sağduyu ve aklıselime dayanmadığını kanaat ettim. Hatta bu gençlere insana değer ve önem dersi de verilmelidir dedim. Bu sadece hasta bedenler için değil, diğer insanlarla ilişkilerinde de böyledir. Önce ahlak ki birçok ilaçtan ve tıbbı nasihatten daha önemlidir. Kendisinden para kazandıkları insanların algı ve beklentilerini belirleyemeyen hiçbir meslek gurubu başarılı olamaz.
Hırsızlık yapan sanığa söylenen hâkime, avukatın verdiği cevap manidardır. Hâkim bey, çok kızma hâkim bey, onlar olmasa seninle benim burada ne işim olabilir ki. Doktorun vakarıyla, hasta ilişkisinin arasında ki ayırım sadece hasta bedenini muayeneye ve reçeteyle sınırlı değildir.
Bir öğretmenin öğrenci ve özellikle velisiyle iletişimi de okul derslerin den biri olmalıdır. Hatta okul yöneticilerin okul bahçesinde ki sabah konuşmalarında ki estetik yoksunluğu onlar hakkında olumsuz kanaat oluşturmaktadır. Tıpkı trafik polislerinin yollarda ki canhıraş anonsları gibi sıkıntı vermektedir. Öğrenci velisine selam vermeyen, konuşurken gözünü ve sözünü esirgeyen öğretmenin geleceği, şiddete kapı aralamaktır. Tüm bunlar şiddeti maruz göstermemekle beraber, dikkat etmemiz gerekenler bizler olmalıyız sanırım.
Bu konuda şu ayetleri unutmamak gerekir. “Kötülüğü iyilikle sav, cahillerden yüz çevir, cahillerle karşılaşınca selam de geç, faydasız konuşmalar duyunca oradan güzellikle uzaklaş”
----------------------------------------------------------------------
ŞEREFEYİ ÖZLEDİM
Şerefe; isim Arapça şerefe. Minarenin gövdesini çepeçevre dolaşan, korkuluklu, ezan okunan yer.
Minarenin İslam mimarisinde tarihi eskidir. İslam da hutbe ve ezan yüksekçe yerden okunur. Ben göreve başladığımda minarelerde ezanlar hapörlerler vasıtasıyla okunurdu. Hatta hapörlerden ezan okumak uygun mu değil mi tartışmaları çokça yapılırdı.
Ben minarenin şerefesine çıkmayı çok severdim. Bazı görevliler minare içinden, kimi de şerefeden okurdu. Daha sonra minarenin şerefesine çıkıp dolanmayanların takip edilip soruşturma geçirdikleri günlere geldik. Görevliler şerefe avına çıkarak ezanların minarelerden okunmasını takibe koyuldular. Bu konuda zafiyet gösterenler uyarıldı ve hesaba çekildi. Gel zaman git zaman bu husus zafiyete uğradı. Teknolojinin gelişmesiyle de merkezi ezan uygulamasına geçildi ve şiddetle savunuldu.
Kimine göre bu ezan meşru değil, kimine göre de meşru ve yeterliydi. Bu uygulama yaklaşık on yıllık ömrünü tamamlamadan eskiye dönüş sinyali verildi. Merkezi ezan döneminin il yıllarına kendisi okuyanlar kınandı ve uyarıldı.
Şimdi de görevlilerin iştahı kaçtı, uzun zaman okumadığından sesleri azaldı ve okumama eğilimi rahatlık sebebiyle ortaya çıktı. Cemaatse bu konuda kanaat bildirecek bir çalışmanın içine girmedi. Ferdi itirazlar oldu ise de örgütlü karar ve talepler çıkmadı. Son on yıldır göreve girenler hiç ezan okumadılar minarelerinden, merkezi sistem arızaları sebebi hariç. Sonuç ben minarelerin şerefesini özledim. Şerefede dönerek ezanı özledim. Çocukların hele ramazanda pencerelerden hocayı şerefede bekleyişlerini özledim. Mahalle hocalarının ve ezana alışmak isteyen gençlerin ezan okumasını özledim. İhtilafların kalması için naklen değil, canlı ezanı özledim. Her yerde özgürce okunmak ve dinlemek dileğiyle ezanı merkezden çıkaranlara teşekkürler ve dualar.
YAHYA KEMAL VE EZAN
“Lâkin benim hem dinî hem de millî terbiyem üzerinde daha şiddetle müessir olan, annemdir. Annem çok Müslüman bir kadındı. Muhammediye okur, bana Kur'an öğretirdi. Annem, Yazıcızâde'yi sabah namazlarını kıldıktan sonra okurdu. Beyaz başörtüsü ile, elindeki kitaba imanla eğilişini hâlâ görür gibiyim"
"O yaşlarımda ben, Üsküp minârelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Minârelerde ezan başladığı zaman, evimizde rûhanî bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp'ün sokaklarında da böyle bir rüzgar dolaşır, bütün şehri bir mâbed sükûnu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin dudakları ism-i Celâl'le kımıldardı. Bin üç yüz sene evvel, Hazret-i Muhammed'in Bilâl-i Habeşî'den dinlediği ezan, asırlarca sonra bizim semâmızda hem dinî, hem millî bir musikî olmuştu. O anda semamızın mağfiret âleminden gelen ledünnî bir sesle dolduğunu hissederdim.
Bu sesler beni bütün ömrümce bırakmış değildir. Müslüman çocuklarının dinî terbiyesinde ezan seslerinin büyük tesirine inanırım... Ben Paris'te iken bile, hiç münasebeti olmadığı halde, kulaklarıma Üsküp'teki ezan seslerinin bir hâtıra gibi aksedip beni bir nostalji içinde bıraktığını hissettiğim anlar olmuştur"
"Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derece nasib alabiliyorlar mı? O semtler ki minâreler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilemez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?
"Ah büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerine yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nûru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minâre, gölgeli mescid peydâ olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır; hasılı o toprağın o köşesi imana gelirdi...
Cedlerimiz, frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfûz ederlerdi."
TÜRKÇE EZAN, LAKİN KİM İÇİN?
Emekli bir General; "Türkçe ezan ne güzeldi, okununca herkes ne dediğini anlıyordu, tüylerim ürpererek dinliyordum, anlıyordum, şimdi anlamıyoruz. 'Tanrı uludur' denilince herkes anlıyordu, şimdi kimse anlamıyor. Menderes'in bunu değiştirmesi en önemli hatalarından birisi oldu. Bu doğru değildi."
Sorum şu; Bu beyanları verenlerin İslamın diğer hükümlerini yaşama ve yaşatmada topluma örnek oldukların gördük mü? Türkçe ahlak, Türkçe oruç, Türkçe zekât, Türkçe hac ve Türkçe din gerçekten ne anlama gelir? “Ezan” kelimesi Arapça kullanılırken anlaşılıyor da, okununca mı anlaşılmıyor?
“Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar, 'Medeniyyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?” M A ERSOY