“Gaye-i hayal olmazsa, enaniyet kuvvetleşir bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenasi edilse; elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler…” (Sözler, 648) 

Öyle diyor Bediüzzaman Hazretleri…

Hayal ve ufkumuza yerleştirdiğimiz ideal ve hedeflerimizi kaybettiğimiz an, her şey, nefsimizin, benlik duygumuzun etrafında dönmeye başlıyor…

Bu, öyle hızlı bir dönüş ki, hayata gelişin ve yaratılışın gayesinin, ötelere ait ne varsa, her şeyin, unutuluşun adı oluyor hedefi kaybetmek... 

Hizmet de, ibadet de, insanların büyük acıları içinde kıvrandığını görmek, düşünmek de, bütün bunlara el atıp koşmak ve koşuşturmak da, ne varsa unutuluyor, hepsi bir kenara kolayca atılıyor, terk ediliyor…

Sadece kendi özel halleri ve dertleri içinde yaşayan ve kozasını ördüğü küçücük dünyasıyla baş başa kalıveriyor insan... 

Oysa, ne büyük imkânlar vardır elinde…

Kalbine yansıyan o saf iman ışığıyla, bütün karanlıkları yutacak kadar, çok acıların ve dertlerin devası olacak kadar büyük bir kalbin, büyük bir aksiyonun sahibiyken, neredeyse kendine bile söz geçiremeyen, kendi yükünü bile taşıyamayan zavallı bir hâle düşüyor insan… 

Hayatın aslî gayesi bu değil…

Hayatın içerisine girerken bir tek şeyle girmek; o da hayatı teslim alacak olan idealini, gaye-i hayalini kaybetmemek için girmek gerekirken, ancak böylece ayaklarımızın üstünde kalabilecekken, kendi özel ve küçük arzularıyla hayata tutunmaya çalışıyor insan...

Onların da birçoğunu ne yazık ki, gerçekleştiremeden göçüp gidiyor… 

Hırsın, israfın, kanaatsizliğin ve açgözlülüğün, ne varsa her şeyi kendinde başlayıp kendinde bitirmenin ve dahi şeytanın işini kolaylaştırmanın bir yolu oluyor bu…

Nefs tuzağına takılıyoruz…

Gaye ve ideallerimizi yavaş yavaş unutuyoruz... 

Birden olmuyor…

Adım adım kopuyoruz o güzelim ideallerimizden...

“Ne idik, ne oldu”ya düşüveriyoruz…

Ve sonra da bitmek bilmeyen şikâyetler başlıyor ondan, bundan, şundan… 

Hedefini şaşıranlar, nefsin ve şeytanın hedefi olurlar... 

Hiç şikâyet etmeyelim…

Kimseyi, kimseye hiç boşuna şikâyet etmeyelim...

Kendimiz ediyoruz, kendimiz buluyoruz... 

Oturup ağlayalım halimize… 

Belki gözyaşlarımız bir pişmanlık duası olur derdimize…

Bari geç olmadan bunu anlasak...

VE ŞEFTALİ

Bir ağa çocuğu, arkadaşlarını evine hoşaf içmeye çağırmıştı. Gidenler arasında küçük Nasreddin de vardı. Hoşafın başına geçtiklerinde ağanın oğlu: “v harfi ile başlayan bir meyve söyleyen hoşaf içer, söyleyemeyen içemez” demiş. Çocuklar, ellerinde kaşık, düşünmeye başlamışlar. Ağanın oğlu önceden hazırlıklı olduğu için, vişne demiş ve hoşafı kaşıklamaya başlamış. Diğerleri bir meyve adı düşünmüşler ama bulamamışlar.

Küçük Nasreddin de düşünmüş ama sonunda “ve şeftali” diyerek hoşafa kaşığını daldırmış. 

MADENİ PARA

Birisi parkta yürümekteyken, yerde çimenlerin içinde parlayan bir madenî para görür. Bedavadan para bulmak onu öylesine sevindirir ki, her dışarı çıkışında daha fazlasını aramak ve bulmak için başı önde gezer ve sürekli yerlere bakınır.

Hayatı boyunca beş on derken, birkaç bin liralık kâğıt paralar bulur. Hepsinin toplamı da çok bir şey etmez. Görünürde bu paraları elde etmek ona hiçbir şeye mâl olmamıştı.

Oysa gerçek bedeli, hayatta kaçırdıklarıydı… Otuz bin kadar gün batımı, üç yüzden fazla gökkuşağı, sayısız bahar manzaraları, kuşların şakımaları, güneşin doğuşu, çocukların o neşeli sesleri… Daha sayılamayacak kadar binlerce güzelliği hep kaçırmıştı…