Zor ve meşakkatli bir kış mevsimini daha geride bıraktık.
Sansasyonel olaylar, sıcak gündemler, son dakika gelişmeleri...
Hepsi geride kaldı.
Sıcak günler, güneşli güzel günlere vardık, dayandık.
Dalları erik kiraz basmaya başladı.
Bir yenilenme şansı; yeniden başlama, her şeyi hal yoluna koyma fırsatı doğdu bizlere.
Kuş seslerinin, ağaç gölgelerinin, çiçeklerin ve böceklerin mevsimi başladı.

Baharın bu güzelliklerini yaşayamayacak olanlar da var ne yazık ki.
Örneğin belediye başkanları...
Bu canım yaz aylarında seçim faaliyetleriyle meşgul olacaklar.
Ne başlarından uçan kuşların, ne yaprakları yüzlerine savuran sıcak rüzgârların, ne de erik kirazların farkına varacaklar.
Bir dönem adaylığı daha garanti altına almak adına sinsi sinsi kulisler yapacak, Sakarya-Ankara arasında mekik dokuyacak, türlü türlü entrikanın içine girecekler.
Yazık, hem de çok yazık!

Peki, biz gazeteciler keyfine varacak mıyız bu güzel günlerin?
Varabilecek miyiz?
Bizler de yok SATSO seçimleriydi, yok akil insanlardı, yok yerel seçimlerdi derken koskoca bir yaz mevsiminde bunalımlı işlerle meşgul olacağız.
Biz de siyasi ikbal derdinde olanların haberleriyle boğuşacağız.
Kim nereye aday olacak, hangi aday ipi göğüsleyecek, kim kiminle ittifak yapacak?
Tüm bunların tasası bize düşecek yine.
Bize de yazık yahu!
Erik mevsimi başlamışken; yeşil yeşil, sulu sulu...
Bize de günah yahu!

Oysaki ne mesut ve bahtiyar bir insandım ben gazeteci olmadan evvel.
Sinemalara giderdim fırsatını buldukça.
Derin derin hayallere dalardım beyaz perdelere baktıkça.
Cilt cilt kitaplar okurdum gerine gerine.
Kâh 1930’ların İstanbul’unda bulurdum kendimi...
Kâh 1800’lü yıllarda Sovyetler’in soğuk ve kasvetli şehirlerinde.
Şimdi Attila İlhan’ın Miralay Ferid’inin yerini Mahmut Kösemusul, Dostoyevski’nin Raskolkinov’unun yerini de Zeki Toçoğlu aldı.
Şimdi o hayal kahramanlarının değil de Kösemusul’un, Toçoğlu’nun yaptıkları ve yapacakları doldurur oldu dünyamı.
Ne mutluydum oysaki gazeteci olmadan önce.

Ne kadar ucuz hesaplar yapıyoruz, ne kadar ucuz...
Ne kadar basit ve gereksiz işlerle harcıyoruz ömrümüzü.
Şu dar-ı dünyada ne kadar anlamsız ve kısır tartışmaların, ne kadar yersiz ve gereksiz yarışların içinde buluyoruz kendimizi.
Dalları kiraz basmış, erikler tezgâhlarda yerini almışken...
Ne kadar fani ve geçici heva ve heveslerin peşine takılıyoruz!

Kasvetli ve bunalımlı günler geri kaldı neyse ki.
Neyse ki erik mevsimi başladı.
Yeşil yeşil, sulu sulu...
Daha doğrusu eruk mevsimi başladı eruk!

Şartlar ne olursa olsun...
Mahmudiye’ye gidecek ve en büyük ağaca çıkacağım arkadaş.
Afiyet bal şeker niyetine...
Ye Allah ye, ye Allah ye!
Ama tek başıma boğazımdan geçmez...
Bir tek hurma tanesini bile paylaşan bir peygamberin ümmetiyiz biz.
Bu denli kıymetli bir meyvenin bir başına tadı çıkmaz.
O halde kiminle yiyeceğum ben bu kadar eruğu?