30 Mart’tan önce yerel seçimlerle ilgili bir seçim yazısı yazacak olsam başlık “daima” olurdu. Yazı da tek kelimeden ibaret: “Millet”
AK Parti’nin “ne yaptığından” çok “ne olduğuyla” ilgilenirseniz, aslında Cumhuriyet tarihinin en özgürleştirici icraatlarının yapıldığını gözden kaçırırsınız.
Ne yani? AK Parti’yi Cumhuriyet’in “devam ettirici unsuru” olarak mı görüyorum? Evet. Peki ne hakla? Peki, bunu böyle görmeyenler ne hakla AK Parti’yi ve AK Parti seçmenini kendileri kadar kıt akıllı, tembel, gayri medeni, hatta vatan düşmanı olarak görüyorlar?
Siyasi çekişmeyi unutun, sosyolojik gerçek şu: Cumhuriyetin kazanımlarının devamı AK Parti ile mümkündür. Kabaca söylenince her şey gibi itirazlara haklılık payı çıkarabilecek bu görüşümü keşke size çokça örneklendirebilsem. Birini paylaşayım. Kadına seçme ve seçilme hakkını veren Atatürk olabilir ama kabul edin, o kadınları meydanların tartışmasız hakimi yapan Erdoğan’dır. Atatürk dönemi kadınları büyük çoğunlukla okuma yazma bilmezken Erdoğan dönemi kadınları büyük çoğunlukla tahsillidir. Tahsilsiz olanları da eski hükumetlerin bakıyyesidirler. Pazar günü, sloganına JaaDe’nin genç patronu Ahmet Üstüner’le birlikte çalıştığımız JaaDe reklamı üç ulusal gazetenin haftasonu eklerinin ilk sayfasında kapaktan yayınlanacak. Ne dediğimi orada göreceksiniz. Kadın konuşacak o reklamda. İster başörtülü olsun ister başı açık. Bu seçimin mutlak galibi kadınlar. İster cemaatin ablaları ister Erdoğan’ın bacıları haklı çıksın, farketmez, kazanan meydanlardaki kadının gücü olacak.
Elbette Erdoğan’ın ve ekibinin de Atatürk Cumhuriyeti’nin doğal bir sonucu ve kazanımı olduğunu söylememe gerek yoktur. Cumhuriyet imkanları ve vizyonu bu kadroları yetiştirmiştir. Makam koltuklarını dolduranların diplomalarında istisnasız Cumhuriyet imzası vardır.
Başbakanın ekibi, belediye başkanları, milletvekilleri hakkında ağır yazılar yazdım. Ne Süleyman Gündüz kurtulabildi bu yazıların muhatabı olmaktan ne Ayhan Sefer Üstün. Ne Egemen Bağış ne de Zeki Toçoğlu. Merak eden açar tek tek okur o yazıları. Neydi itirazım? Neyeydi ve niyeydi?
Güç zehirlenmesineydi itirazım. Aşırı zenginleşmeye, paranın, eski dostlukların arasına girmesineydi. İnsanları kendi geçmişleriyle düşman etti bu iktidar. Mücahitlikten müteahhitliğe geçiş kolay olmadı tabii ki. Evlerde karılarla kocaları, babalarla oğulları, annelerle kızları arasında görünmez buzdağları oluşmaya başladı. İkiyüzlü, yalancı, günlük politikaların, çıkar ilişkilerinin oyuncağı olmuş, iktidarın yalakası haline gelmiş, adalet ve insaf duyguları körelmiş, özgürlükleri küçümseyen, farklılıkları aşağılayan, şikayetçi oldukları egemenlerin baskıcı tutumlarını devralan, çoğunluğun haklı olduğuna inanan, bir zamanlar kendilerini ezen laik ve çağdaş faşistlerden daha fazla oya sahip olmak gerekçesiyle kendileri gibi düşünmeyen, imam hatip mezunu ya da başörtülü olmayanları ezebileceklerini düşünen, bundan bir rövanş zevki çıkaran, en kötüsü de inançlarını “diniküm dinarüküm”e rehin veren ebevenynler sadece zengin çocuklarını ya da alevi çocuklarını değil kendi çocuklarını da Gezi eylemlerinde Taksim’de buldular. Müslümanlar parayı ve iktidarı kazanmışlar ama inançlarını ve samimiyetlerini kaybetmişlerdi. Hükumet cemaat kavgasında birbirlerine söyledikleri herşey ne yazık ki önümüzdeki yüzyıl boyunca utanç vesikaları olarak karşılarına çıkacaktı.
Fakat bu asla şu demek değildir. Erdoğan diktatör. Erdoğan hırsız. Erdoğan kibirli. Sarıgül Demokrat. Sarıgül akçeli işlerde pirüpak. Sarıgül mütavazı. Kim inanır buna?
Kimse kendini kandırmasın. 100 yıl evveline kadar biz “kul”duk, padişah da “halife-i ruy-i zemin” yani “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”. Bütün batı hala kilise için buna inanmaya devam ediyor ayrıca. Demokrasi açısından bile bir sakıncası yok İngiltere Kraliçesinin Papa’ya bağlı olmasının. Biz de iş elbette biraz daha karışık. Çünkü bizde bayrağı don yapıp giymek yok. Bacaklarını çalışma masasının üzerine koyup ayakkabılarının altını göstererek misafir karşılamak da yok. Yani bizim için “başbakan” demek hala biraz “padişah” demektir. “Devlet” de bizim için son derece önemlidir. Erdoğan da, siyaseten son derece doğru bir damardan şırınga ediyor siyasi söylemini. “Paralel devlet” diyor. Paralel hiçbirşeyden hoşlanmayız biz. Evde karımızın söz hakkına tahammül edemeyişimizin de, şirketlerimizin ortaklık kültürünü benimseyememesinin de altında yatan sebep budur. “Az olsun benim olsun” ya da “Nam olsun kar olmasın” bizim atasözlerimizdir İsveçlilerin değil.
Eğer Tayyip Erdoğan 1923’ten önce başımızda olsaydı, bize “Kullarım” diye hitap edecekti. Eğer 1930’larda başımızda olsaydı, kendisinden “Reisicumhur Hazretleri” diye söz edecektik, tıpkı Atatürk’e böyle hitap edildiği gibi. Şimdi ne diyor mitinglerde Başbakan Erdoğan? “Kardeşlerim” diyor. 100 yılda fena ilerleme sayılmaz.
Eczacı Engin Gündoğar’ın deyişiyle “hiç kullanılmamış” bir “oy”um var, hepsi bu. Bakışım net. Millet. Tercihleri benim hoşuma gitmese bile. Millet ne derse o. Daima.
Muhalefet liderleri ve seçmenin yarıya yakını, AK Parti’nin 17 Aralık’tan sonra ortaya dökülen “tape”lere rağmen bu kadar destek bulmasını anlayamıyor. “Daima Millet” diye slogan haline getirebilen ve buna gerçekten inandığını “millet”in “çoğunluğu”na inandırabilen partinin önde olmasında anlaşılmayan nedir, ben de bunu anlayamıyorum.
Haaa, böyle gider mi? Çok oy almak iktidarda rahat günler yaşamak demek midir? Bu gerilim sürdürülebilir mi? AK Parti, yolsuzluk iddialarında aklanmadan yoluna devam edebilir mi? “Her gün bir ayet sallayarak” bu mümkün mü? İşte bunu Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce başlayacak genel seçim tartışmalarında muhataplarıyla uzun uzun konuşacağız.
Şimdi değil. Önce millet konuşacak.