Lafı dolandırmayacağım. Erdoğan, camideki başbakandır. İlk defa oluyor bu. Rahmetli Erbakan diyeceksiniz. Değil. Sebeplerini, sadece siyasetten anlayanlara değil, biraz da tarih ve sosyoloji bilenlere izah edebilirim ancak. Gerekirse. Müşterisi az çünkü. Kurt bile elmanın içinde, biz kabukta gezmeye teşne.
1993’de, rahmetli Ünal Ozan Belediye Başkanıyken, şimdi market olan ASM’de “Türkiye’de Sosyal Değişme” konulu bir panel düzenlemiştim. Seçimler yaklaşıyor, 1 yıl kalmış, SHP demokrat gözükecek. Proje bu. Fakat seçtikleri adam yanlış. Biz o paneli aldık başka bir yere taşıdık. Salon tıklım tıklımdı. Prof. Dr. Nur Vergin’le birlikte Yazarlar Birliği Başkanı D. Mehmet Doğan’ı davet etmiştim. Bir de Aydınlık Gazetesi yazarı. Adını hatırlamıyorum, bağışlasın. Panelin o yıllar için nasıl sarsıcı olduğunu, o tarihten sonra yaşadıklarımızla birlikte değerlendirmek gerekir. Şimdi kabuk meraklısı bol. Panelden önceki akşam Yenicami’deki kahvehanenin önündeki alçacık taburelerde oturuyoruz, rahmetli Selahaddin Ağabey’e “Ne sorayım?” dedim. “Bana mı güvendin?” dedi. “Evet” dedim. “Son akşam sormayacaksın o zaman!” dedi. “Aman ağabey yapma, rezil oluruz.” Nuh der peygamber demez. “Yıldızın parladığı anlar var ya, hah işte, bir de böyle söndüğü anlar var. Senin gibi ilme saygısız, iş bilmez tembelin birinin kazara iyi bir yere gelmesi de böylece önlenmiş olacak. Yarın dersini verir sana o salon.” dedi. Ustamız bu adamdır. Gece uyumadım. Vakit geldi. Eczacı Engin Gündoğar’la, Sezgin Çevik ASM’de bekliyorlar. Engin aldı kağıtları elimden, okudu, “Tamam işte, olmuş, korkma” dedi. Paneli açtım. İlk sorumu sordum. “Bu ülke nereye gidiyor?” Vergin Hoca, kaç yaşımda olduğumu sordu. 22 mi 21 mi dedim hatırlamıyorum. “Bu yaşta bir adamın bu paneli düzenlediği, böyle bir metni yazabildiği bir ülke asla kötü bir yere gitmez” dedi. Salonun karışmasına neden olan açıklamalar elbette D. Mehmet Doğan’dan geldi. Kravatsızlığıyla zaten kurulu düzene kafa tutan Doğan, “Yalnızca cenaze namazlarına değil, Cuma namazına da giden Cumhurbaşkanlarına alışacaksınız.” demişti. Soğuk laflardı bu laflar. O zaman sadece bizim içimizi ısıtıyordu. Umre seyahatleri turizm şirketlerinin en revaçta olan seçenekleri arasında yoktu anlayacağınız. Türkiye, aydın, idareci, cami, inanç, toplum, tarih ilişkisini çözememişti daha. Beter durumdaydık. Çok geçmeden de 94 seçimlerinin şaşkınlığını sonra da 28 Şubat faciasını yaşayacaktık.
Erdoğan. Camideki başbakan. Camiye başbakan olarak giren ilk başbakan. Üstelik sadece Cuma namazı için de değil. Daha önce “Kur’an Okuyan Başbakan” diye de bir yazı yazdım. “Erdoğan önce ülkeyi, bir başbakanın, vefat eden annesi için Kur’an okuyabileceği hale getirdi, sonra da bunu bizzat yapan başbakan oldu.” diye yazdım. Fakat, “Mehmet Akif: Camideki Şair” kitabının adı gibi, “Erdoğan: Camideki Başbakan” ifadesini kullanmamın sebebi başka. Ben Erdoğan’ın, dinin devlet işlerine müdahalesinden çok, dinin ve dindarlığın doğru anlaşılması ve devlet idaresi bakımından bir değer ve imkan olarak doğru değerlendirilmesi açısından “kurucu” lider olduğunu düşünüyorum. Başlangıçtır yani. Bu dediğimi unutmayın.
Geçen hafta yayımlanan “Afrika neden sömürülmesin?” başlıklı yazımın sonunda, “Morocco Kralı, 63 sene evvel bir cami yaptırmış Senegal’in başkenti Dakar’da. O camide Başbakan Erdoğan’ın ne söylediğini, benim ne anladığımı haftaya yazacağım. Gezinin ruhu bence oradaydı. Afrika’nın sömürülmekten kurtulmasının şifresi de.” demiştim. Anlatayım.
Senegal’in başkenti Dakar’da, Grand Mosgue dedikleri Büyük Camii gösterdi Halit inci. Girip bir bakalım. Cami bu kilise değil ki. Girince namaz kılmak icap eder. Su yok, abdest yok. Girdik. 5 bin kişilik bir cami. Avlusu caminin içinde, taş döşeli avlunun ortasında bir şadırvan, şadırvanın iki tarafında birer köşk, Endülüs’teki Aslanlı Avlu’nun kopyası sanki. Avlunun öte yanı yine cami. Sütunlar, revaklar, sanki fildişinden oyulmuş, çiçek, yaprak desenli oymalar, göz okşayan bir cümbüş. Mescit namazı kılmak kısmetmiş. Mihrabın önünde tek başıma selam verdiğimde, arkamda başı örtülü bir hanım, sütuna yaslanmış, huşu içinde, revakların işlemelerini seyrediyordu. Beklemiyordum. Şaşkınlığımı gizleme gereği de duymadım. Gayri ihtiyari gülümsedim. O da gülümsedi. Elini kalbinin üstüne koyarak başını da hafif öne eğerek selamladı beni. Ben de iki elimi göğsümde birleştirerek, başımı da eğerek selamı aldım. Çünkü Emine Erdoğan’dı o hanım.
Camideki başbakanın gizli ya da açık gücü Emine Erdoğan. Özal’ın sırf hanımı nedeniyle başına neler geldiğini kimse unutmadı sanırım. Nasıl bu kadar oy alıyorlar sorusunun Emine Erdoğan’ı ilgilendiren bölümü şu: İşte böyle alıyorlar. Birlikte. Sadece selam alıp vererek. Sadelikle! Devletlerini de, dindarlıklarını da abartmadan.
Ayağa kalktım çünkü Başbakan ve heyet de mihrabın önüne kadar gelmişti. Şimdi dikkatle okuyun. Rektör de, vali de, işadamı da dikkatle okusun. İdareci pozisyonda kim varsa iyi okusun. Yönetmek için neleri bilmek ve nelere dikkat etmek gerekiyor, bence bunun dersi şimdi başlıyor, hem de başbakandan.
Camide kaç vakit namaz kılındığını sordu Erdoğan. Günde 2 vakitmiş. “Hayır.” dedi. “Burada bugünden itibaren günde 5 vakit namaz kılınacak.” Bu tabii bir masraf demek, bütçe demek. Televizyonunda çalıştığım için tanıdığım bir işadamına döndü ve tahsisat sözünü aldı hemen. “Tamam mı?” dedi. İmam, “İnşaallah.” dedi. Başbakan itiraz etti yine. “Olmaz. İnşaallah deme. İnşallah ne demek? İnşaallah, Allah dilerse demek. Allah namaz kılmamızı dilemiyor, emrediyor.”
Sıradan gibi gelebilecek dini bir uyarının ancak gaflette olmayan bir şuur tarafından yapılabilecek olduğunun felsefi ve mantıki gerekliliğini bu kıssadan hoşlanmayanlara anlatmaya çalışacak değilim. Belki burasından hoşlanırlar. Başbakan, başını mihrabın üstündeki inanılmaz incelikli işlemelere doğru hafifçe kaldırdı ve “Onu kaldırın oradan. Hiç yakışıyor mu?” dedi. Dört köşe, hem de epeyi büyükçe, plastik bir saat vardı orada.
Bendeniz, derya içre deryadan habersiz her balık gibi namazda güncel ve acil meseleler düşündüğümden, içimden, “Hah” demiştim, “Dünyanın neresinde olursak olalım, kendimizi evimizde hissetmemizi sağlayan gerçek burada da tam karşımda. En olmayacak yere en yakışmayacak şeyi asmak, İslam sanat, estetik ve kültürünün değişmez kuralı. İster Salko Camiinde, ister Senegal’de Grand Mosgue’da. Erdoğan, “Orada saat yok mu zaten?” diyerek heyetin kalabalığını yarıp mihrabın yanına baktı. Evet saat vardı, hem de kocaman, pandullü bir klasik saat. Klasik. Çünkü o da bütün camilerimizde olduğu gibi süs için. Çalışmıyor. “Tamir ettirin, çalışsın.” dedi başbakan.
Senegal Meclisi’nde, Çanakkale’ye Fransız sömürge askeri olarak gönderilen Senegallilerin Türk siperlerinden gelen ezan sesini duyunca silahlarını nasıl yere attıklarını ve Müslüman kardeşlerine kurşun atamayacaklarını söyledikleri için kendi ordusu tarafından öldürüldüklerini anlatırken nasıl ayakta alkışlanıyorsa, Erdoğan, o camide söyledikleri nedeniyle bizim tarafımızdan da ayakta alkışlanmalıdır. Bu coğrafyada cami düzelmeden sokak düzelmez! Caminin sokağı düzeltmeye kalkmasından korkanlar, başbakanın önce camiyi düzeltme inceliğini dikkate almalılar. Camideki başbakan neden önemli? Biz neden başbakan kadar dikkatli değiliz? Nasılsa bizim yerimize o düşünür diye mi? Kuşkusuz önce liderini ama sonra sadece liderini değil liderinin arkasındakileri de bu dikkate ve kesrete boğulmamış bir şuura erdirmedikçe, bu ülkenin ve “öz yurdunda garip” ülkelerden oluşan koca bir coğrafyanın cehaletle ve sefaletle imtihanı sürecek.