Ankara Gar. Ankara buradan başlıyordu. Çocukken yani Ankara gardaki maket vagon kadar küçükken Ankara buradan başlıyordu.

Buradan bir ülke başlıyordu.

Fakir, yorgun, savaşlarda azalmış, eksilmiş bir millet, bir ülke başlıyordu buradan.

Çocukluğum burada başlıyordu.

Sabahın alaca karanlığında el sallıyordu, sokağın sonuna kadar gelip soğukta ağlayan babaannem. Bir çocuğun içi nasıl kanarsa öyle kanıyordu içim, tatil bitiyordu, Adapazarı'na dönüyorduk.

Ben ufacıktım, Gar Büfesi ufacıktı.

Tren saatine yetişiyorduk, annem, babam ve üç çocuk. Ufacık büfenin ufacık penceresinden kocaman sandviçler alıyordu çoğu yalnız yolcular. Biz beş kişiydik üçü çocuk, biri ben. Serhat daha yoktu. Çantamızda kuru köfteler, haşlanmış yumurtalar. Yolumuz uzundu, en az sekiz saatte gidiyordu eğer rötar yapmazsa Boğaziçi Ekspresi, Ankara'dan Arifiye'ye. Aklım biraz babaannemde biraz küçük penceresinden kocaman sandviçler uzatılan büfede.

Yollar, yollar, yolculuklar.

Beni hep çocukluğumun o Ankara'dan ayrılık sabahları kadar üşütüp üzse de bu gar, trenleri de, garları da, yolculukları da hep sevdim, çok sevdim. O büfeden, o büfenin küçük penceresinden sandviç aldığım da oldu sonraları. Bu defa da hep o kuru köfteleri, haşlanmış yumurtaları özledim, babaannemin o sokakta durup ağlayarak ardımdan el salladığı günleri özlediğim gibi.

İnsanlar büyüyor, anılar ve acılar gibi.

Bu şehirde doğdum ben. Ankara Büyük Doğumevi'nde. Fakat Adapazarlıyım. Babam ne kadar memur idiyse Adapazarı'nda ben de o kadar memurdum Adapazarlı olmaya. İnsan nerede söktüyse okumayı biraz oralıdır. Nerede hecelediyse yazmayı, aşkı ve kavgayı oralı kalır bir yanı. Büyük dedemin babası yaşadı Ankara'da. Kurtuluş Savaşı Gazisi büyük dedem de. Büyük dedemin oğlu yani babamın babası şimdi doksan yaşını geçti bu şehirde. Babam bu şehirde yaşlanıyor. Babaannem artık yürüyemiyor. Dedemle Ulus'a inemeyiz artık, MişMiş'ten dondurma alamayız. Gençlik Parkı'na gidemeyiz. İçim acıyor Ankara'dan, gardan, trenlerden, babaannemin ardımdan el salladığı o sokaktan.

Ankara hala bu gardan başlıyor.

Trenle gelmesem de, gara gidiyorum Ankara'ya gelir gelmez. Kurtuluş Savaşı Müzesi'ne bakıyorum. Trenlere, yolculara, büfenin küçük penceresine, gişelere. Kendime geliyorum. Çok işimiz var daha diyorum. Oğlumu düşünüyorum. Ankara'da ne işim olduğunu. Mustafa Kemal'in burada ne işi olduğunu, Akif'in, Birinci Meclis'in.

Birinci Meclis'ten ilerisi Hacı Bayram.

Hacı Bayram-ı Veli, yani Ankara. Yani inanç. Yani dua. Yani memleket. Yani vatan. Ankara buradan başlıyor. Buradan bir ülke başlıyor. Çocukluğum kırk yıl öncesinden beni çağırıyor. Çocuğumu düşünmenin, onun yaşayacağı yarınları düşünmenin şehri Ankara, Birinci Meclis, Hacı Bayram.

Ankara'ya boşuna gelmiyorum. Ankara'yı boşuna sevmiyorum.

Mesele ne o büfenin sandviçleri, ne kuru köfteler, ne haşlanmış yumurtalar, ne dedemin yaşlanması, ne babaannemin ardımdan ağlayarak el salladığı o sokakta artık yürüyememesi.

Mesele Halep şehrinin hep şen olması.

Ankara'nın, garın, Birinci Meclis'in, Hacı Bayram'ın burada, yerli yerinde durması. Mesele benim çocuğumun benden temiz ve hür, benden rahat ve emin, benden mutlu ve sakin yaşaması bu ülkede. Mesele bunun için çalışmakta. Mesele Ankara'ya bunun için gelmekte, Ankara'yı bunun için sevmekte. Bunun için sevebilmekte Birinci Meclisi ve Hacı Bayram'ı. Mesele sevebilmekte!

Benim birinci meclisim işte tam da buradadır.