“Anlatacağım!” demiştim. Anlatayım.
Tanıdığım bir derviş var. Mutad, her pazartesi ve her Perşembe akşam vakti, kar kış demez, yazın sıcağına aldırmaz bir Asitane’ye gider. “Ölürse ten ölür/ Canlar ölesi değil” diyor. “Pir”i Alem-i Cemal’e göçeli yüzler sene olmuş. Bizim derviş “Pir”ine “geldim” der, görünür. Görüldüğüne inanır. Yatsıdan sonra orada meydan açılır, devran kurulur, “Zikrullah” başlar. Tekkenin yolu üstünde Edirnekapı Şehitliği. Hikmet Anne orada medfun. Fakat derviş “Salavat-ı Şerife”den sonra elbet Ebubekr-i ve Ömer-i ve Osman-ı ve Ali ve sonra Hz. Hamza’yı, peşinden cümle “Şüheda”yı zikreder, ilkin Selahaddin Şimşek’le başlar niyazına. “Suzan Anne”yi ekler, Faik Baysal’ı mutlaka, biraz da “göç”lerin tarihine göredir zikredilişleri, ki, Hikmet Anne sonra, elbette Ali Cağaloğlu. Eklenenler olur aklına geldikçe ama değişmeyenleri de var niyazın, Bekir Sıtkı Sezgin, Haluk Nurbaki gibi. Ethem Tezçakar mesela. Kahveden yakınlığı. Çok kahvesini içmiştir Kapalıçarşı’da. Başka yakınları sonra, Sona Övür mesela, yüzünü hiç görmemiştir ama çocuğunun büyük ninesidir. Kendi nine dedesini en sona bırakır derviş.
Derviş, sevdiklerinin “öl”düklerine inanmaz. “Ten ölür” çünkü. İnsan “gönül”den ibarettir ve gönül “aşk”ın “makam”ıdır, münezzehtir, mekandan da, zamandan da.
Dervişim der ki: “Bırak ne yazarlarsa yazsınlar. Yazmak ne ki yaşamanın yanında?”
Kitaptan okuyarak yüzme öğrenilmez ama. Bilmiyorlar dervişim. Yazarak yaşatacaklarını sanıyorlar. Yazarak değiştirebileceklerini. Yazarak gönül kırıyorlar. Kin güdüyorlar. Güya açıklayacaklar. Açıkladıkları gerçek değil, inatları. Yalan söylemeden çarpıtabilmeyi öğrenmişler, “kan”dırıyorlar. Şahit gösteriyorlar. Oysa öyle değil. Değil. Değil. Değil. Benim de bunu kabullenmemi istiyorlar. Diyeceğim ki, “Sadık Canlı da öyle dediğine göre, “Salahaddin” haksızdı Necati Mert’le “darılışmak”ta. Demeyeceğim. Öyle değil çünkü. “Birinin yaramazlığını görmüş, engelleyememişti; diğeri de katılmasını istemediği bir kompozisyon yarışmasına hem de dindar birine yakışmayacak başlıkla katılmıştı. İkincisine sözünü geçirdi, kompozisyonu yarışmadan çektirdi.” Yaramazlık eden ben miyim acaba? Öbürü Fahri Tuna da, yaramazlık eden meçhul. Guya bunların yanında olduğu için darılışmışlar diyeceğim. Diyemem. Öyle olmadı. Benim yanımda oldu. Kitabına göre yüzemem de, yazamam da. Yüzme kitabı yazanlar bu konudaki cehaletimi mazur görecekler dervişim. Nasıl olduğunu anlatacağım.
Edebiyatı, yazıyı önemli sandığım zamanlar oldu elbette. “Daha” gençken. Şimdi umrumda bile değil. İçi boş büyüklüklerden kaçalım isterim. Büyük yazar, iyi yazar, önemli yazar olmak, olmak istediğim şeylerden de değil artık. Edebiyata, yazmaya, dervişimin niyazı gibi inanılmış bir gerçeklik penceresinden bakmak isterim. “Dervişlik olaydı taç ile hırka/ Alırdık pazardan otuza kırka.” Benim yazıdan daha doğrusu hayattan anladığım bu. Gerisi de tabut tahtasının bile umrunda değildir sanırım. Yani ne üslup, ne bilgi. Ne de Türk Edebiyatı’ndaki yerim umrumda. İçerik. Muhteva. Hakikat. Gerisi “hikaye”dir!
Benim umursamadığım “yazarlığım”daki “kusur”, yazılarımdaki “tutarsızlık” (yazılarım için en son söylenecek şey!) beni “utandırır”mış. Ben ondan utanmam. Ben başka şeylerden utanırım. Necati Mert de onlardan utanmaz. Bu nedenle anlaşamayız. Ayrı dünyaların insanıyız.
“Ağbilik ettikleriyle arasında geçenlere bunca yakından tanık olmasaydım, geçenler yine geçseydi de grup içinde gizli kalsaydı, Salahaddin çekip gitmezdi gibi gelir bana… / Temelli gidişinden epey sonraydı, Dr. Sadık Canlı ileyiz, neden darılıştığımızı merak etmiş, sordu, ben de zaten kendime soruyorum, yanlışım var mı diye, olanı biteni anlattım. Kelimesi kelimesine dediği şöyle: “Ağbi, ortada dargınlık yaratacak bir durum yok. Siz iki çetin kafa ceviz vuruşur gibi vuruşmuşsunuz. Müsterih ol.”… / Kerime Hatun Lisesi’nin düzenlediği “Salahaddin Şimşek’e Vefa” sergisi vesilesiyle yazdım ilk “Salahaddin” yazımı, beş haftada tamamlayabildim. Benim için iyi oldu. Anlattım. Meraklısı için de, işte budur ol hikâyet!”
Bu mudur “ol hikayet”?
Necati Mert gibi Roma rakamıyla V (beş) yazıda anlatacak değilim “ol hikayet”i… Fakat eski bir alışkanlıktan olsa gerek, “Salahaddin”i anlatıyor gibi, yapıp yine kendi yazarlığını, meşhur egosunu beş hafta anlatan “büyük yazar”a bazı hatırlatmalarım olacak. Ne ki haftaya!
Bu arada sadece dünyalarımız ayrı değil Necati Mert’le. “Gönül”lerimiz de ayrı… “Ahiret”lerimiz de!