"8.10.1960. Gece saat 11. Ahmet'in evinden bezikten döndük. 1500 liraya muhtacım....Yorgunum. Artık uykularım beni dinlendirmiyorlar. Haşat, biçare kalkıyorum. Hiçbir şeye muvaffak olamıyorum. Her taraftan yıkıntı. Çöküyorum. Her şey berbat. Kağıt alacak param bile yok. Şiirler öyle duruyor... Dağılma. İhtilaçlar içindeyim. Parasızlık... İhtiyarlık bir yığın imkansızlık. Ya Rabbim bana çare bul."

Türk Edebiyatının yüzakı romanlarından birinin, "Huzur"un yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar'a ait bu cümleler.

"Huzur"u nerede yazdı Ahmet Hamdi? Kısa süreli milletvekilliği için Ankara'da yaşadığı yıllar dışındaki evinde, daha doğrusu odasında, Beyoğlu Tünel'deki Narmanlı Han'daki o rutubetli, kağıt, kitap, fincan, kedi, duman, sanatçı kokusuyla karmakarışık küçük karanlık odada.

Ne Yahya Kemal'di Tanpınar, ne Haşim. Necip de olamazdı, Nazım da. Çok daha tutarlı, çok daha korkak, çok daha utangaç. Kırtıpil Hamdi. Estet, incelikler adamı, sanatçı ama 52 yaşına kadar Paris'e gitmenin yolunu bulamayacak kadar beceriksiz. Aşk arıyor ama tutuk, edepli belki de. Parasız ama kumarbaz. Paltosunu ters yüz ettiriyor parasızlıktan. Borç içinde.

"Başını ve sonunu bilmediğim bir yolda olmak ne kadar güzel". Nazlı Eray'ın "Aydaki Adam Tanpınar" kitabının önsözünde yazdığı bu cümlede saklı Tanpınar'ın bütün hayatı.

"Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında..."

Eray'ın, son derece usta bir romancı olarak, kitabın kurgusunu, işte bu "Yekpare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında" olmak üzerine kurduğunu söylemek kolaycılık olur. Elbette roman mimarisi Eray'ın ustalıkla yaptığı bir iş. Ahmet Hamdi'yi, Tanpınar yapan şeyleri başlıklar halinde sıralar ve buna uygun bir hayal dünyasının hangi unsurlarla örülebileceğini planlar, bu romanı yazarsınız. Bunu Eray'dan başkaları da yapabilirdi elbette. Fakat yapamadılar.

 

Eğer Nazlı Eray'ın romanı, bir batılı yazar tarafından Kafka için bu güzellikte yazılabilseydi, yazarının Nobel alması hiç de zor olmazdı.

 

"Aydaki Adam Tanpınar"ı yeterince okuyabildiğimi iddia edemem elbette. "Yeterince okumak" için, 1) Tanpınar'ı yeterince iyi bilmek gerekiyor. 2) Tanpınar'ın dönemini, çevresini, o yılların Beyoğlu'sunu ve sanat çevrelerini yeterince bilmek gerekiyor. 3) Nazlı Eray'ın romancılığını, onun dilini, diğer kitaplarından edinilebilecek "Eray ruhu"nu yeterince bilmek gerekiyor. 4) Okuduğunu anlamak gerekiyor.

(Bu en zoru!) 5) Bu kitabı okurken, azıcık da olsa " Belki rüyalarındır bu taze açmış güller, / Bu yumuşak aydınlık dalların tepesinde, / Bitmeyen aşk türküsü kumruların sesinde, / Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner." ne demektir içtenlikle anlamak gerekiyor.

Yoksa ne Narmanlı Han, ne Lumirama, ne Marlyn'in de içtiği Lumbital, ne Haşim'in ağzına attığı kil parçaları, ne Tanpınar'ın her yere astığı ufak aynalar, ne Yahya Kemal'in otel odası yalnızlığı, ne kediler, ne Frej Apartmanı, ne Cimcozlar, ne "Selami'yle Akşamüstü Konuşmaları", ne Duşize Hanım, ne Nesteren, ne Sarı Fizikçi, ne Muazzez, ne İntermezzo, ne Lebon Pastanesi.

"Herkesin Babası", "Hamdi Baba", Ahmet Hamdi'nin aynadaki sureti, Tanpınar'ın "Alaboz gece"de parktaki bankta konuşan "Tanpınar diye bir bavul" ayrı ve uzun bir yazı konusu. Tanpınar'ın maruz kaldığı (haklı ya da haksız, Tanpınar'dan kaynaklı ya da değil) "Sükut Suikasti" ile "Herkesin Babası"nın biraz da Nazlı Eray'ın da "babası" olup olmadığı apayrı yazıların konusu. Hangimiz maruz kalmadık ki şu hayatta sükut suikastine?

Peyami Safa Necip Fazıl'a sormuş derler, "Ölünce bizden ne kalacak?" Necip, "Eski ayakkabılarımız" diyesiymiş. İlk gençliğimde ölüm beni daha çok etkiliyordu. Ayakkabılara senelerce bu gözle baktım. Sadece sevgili Ali Cağaloğlu'nu kaybettiğimiz gece, Kanlıca'daki evin kapısında Ali Ağabeyin ayakkabıları bana yine öyle kırıcı ve kıyıcı göründü. Sonrası eskisinden daha kabuk, daha katı.

Yeterince okumayan ve okuduklarını yeterince anlamayan her fani için hayat işte benimki gibi bu kabuklaşmadan, katılaşmadan ibaret!

"Aydaki Adam Tanpınar" Sayfa 272. "Su gibi akıyorum". Salvador Dali eğer bir Tanpınar tablosu yapsaydı ve o tablo yazıya çevrilseydi işte bu Nazlı Eray kitabı ortaya çıkacaktı. Su gibi akan bir roman. Hem su gibi akıyor hem sürekli "Eşiķ"tesin. Sanırım Ahmet Hamdi ile birlikte yazmış bu romanı Nazlı Eray. Peki eşik hangi eşik. Benim bildiğim iki ayrı eşik şiiri var Ahmet Hamdi'nin.

"Garson bana eski Türkçe defteri okuyabilmişti. Ama bu bülbül sesini çözebilecek birisini tanımıyordum." Nazlı Eray, "Sükut Suikasti"nin bir tür mecburi çaresizlik olduğunu mu söylüyor? Cumhuriyet karşıtı aydınların bu denli incelikli bir dil devrimi eleştirisine hiç rastlamadım. Tıpkı romana ustalıkla yerleştirdiği Taksim'de biber gazı gibi bu da Eray'ın aydın hassasiyeti ve inceliği.

"Hep huzursuz, hep vesveseli" dedi Muazzez Hanım. "Değişik bir adam. Paralı değil. Zor bir hayat onunkisi. Belli etmiyor ama ben anlıyorum. Nesteren'i de kaçırdı elinden." "Niye kaçırdı Nesteren'i in elinden?" diye sordum. "İçine dönük adam. Yalnız adam. Kendi dünyasına çekiliyor. Birden kilitleniyor. Mahçup, utangaç. Oysa güzel kadınlara düşkün."

"Aydaki Adam Tanpınar"ın tadına varmak için evvela Tanpınar şiirlerini iyice okumak gerek.

 

"Her şey yerli yerinde; bir dolap uzaklarda / Azapta bir ruh gibi gıcırdıyor durmadan, / Bir şeyler hatırlıyor belki maceramızdan / Kuru güz yaprakları uçuşuyor rüzgarda."

 

Romanın bir yerinde cep telefonunu Tanpınar'ın odasında bırakıyor ya Nazlı Eray. Tanpınar onu arasın diye. Siz olsanız hangi yazarın, şairin, sanatçının odasına cep telefonunuzu bırakırdınız?

Ben, Sait Faik'e bırakırdım. Belki arar da, "Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket"i Adapazarı'nı, "mısır koçanlarının mor püskülünde akşam"ı konuşurduk. Sorardım Sait'e, arkadaşın Ahmet Hamdi ", "Başım sükutu öğüten / Uçsuz bucaksız değirmen; / İçim muradına ermiş / Abasız, postsuz bir derviş." derken ne söylüyor? Sait de abasız postsuz bir derviştir çünkü. Çok konuşmaz çünkü Sait. Dedikodu sevmez, menfaatini kollamaz, statü peşinde koşmaz. Kuşları sever, denizi, vapurları, balıkları, fakirleri, yalnızları. Kalemi, kağıdı. İnsanı sever.