İş güç diyoruz. Eve geç kaldıkça. Çocuklara. Kadınlara. Ekmek peşinde hep. İnce bir kıymık aklımızın bir köşesinde. Helal midir lokmaları bu ekmeğin? Dünya böyle. İnsanlar. Zor. Takatimiz var mı? Silahımız, kuvvetimiz? Cesaretimiz? Acaba caiz midir dört kadın? Demek devletin mumunu söndürüp kendi mumunu yakmış Hz. Ömer, arkadaşıyla sohbet etmeye başlayınca ve öldürmekten vazgeçmiş demek Hz. Ali, müşrik yüzüne tükürünce, nefsi için öldürmüş olmamak için, demek çölü yürüyerek geçmiş Yavuz Selim, demek sarayında oturmaya pek vakti olmamış Sultan Süleyman’ın, demek seksen beş yaşında inşa etmiş Selimiye’yi Koca Sinan. Demek ki yalan bu gaile.
Ben de yaşadım. Bir sigara süresi ömür. Bir sigara hızıyla yanıyor hayat. Neden baktığımı bilmiyorlar, her yaktığım sigaraya. Kibrit, alev, birkaç nefes, sonra dağılan duman biraz, biraz kül. Yanıyor sigaram. Kısa.
Benim bir ustam vardı. Uzun Samsun içerdi. Uzun uzun yürürdü. Uzun uzun konuşurdu. Uzun uzun düşünürdü. Uzun uzun acılar çekti, sevdalar ve uzun uzun hayaller kurdu. Adı Selahaddin’di. Kısa yaşadı. Bir dervişin Peygamberi anarak iç çekmesi kadar kısa. Ve Nisan geldi. O Nisan. O zalim Nisan.
T. S. Eliot, “Ölülerin Gömülüşü” şiirinde söylüyordu: “En zalim aydır Nisan, çıkartır / Leylakları ölü topraktan, karar / Bellekle arzuyu, karıştırır / Kasvetli kökleri bahar yağmuruyla. / Sıcak tuttu bizi kış, örterek / Yeryüzünü unutkan karla, besleyerek / Kurumuş yumrularla bir parça hayatı. / Şaşırttı bizi yaz, Starnbergersee dolaylarında / Bir kırkikindi yağmuruyla; sığındık sıra kemerlere, / Ve çıktık gün ışığına, Hofgarten’e doğru, / Ve kahve içtik ve konuştuk bir saat kadar.”
Şimdi bakıyorum da, çoktan yarısı geçmiş benim de ömrümün. Kalan yarısı ne kadar sürecek belli değil. Paydos zili yakın. Belki yarın belki yarından da. Önemli şeyler yapmak için uğraştım, önemli, güzel, alkışlanacak şeyler. Hakkım yenmedi diyemem, engellediler çoğu zaman. Fakat duyduğum alkışların da itiraf etmek gerekirse çoğu hak edilmiş değildi. Demek ki ziyan. Kül tablasına yaklaşıyor sigaram. Sonra? Sonra izmarit.
Ustamın yapma dediği çok şey yaptım. Hele o gittikten sonra. Öğretmensiz çocuklar gibi, kalakalmıştım, kırgındım, tek başınaydım. Dersler boştu artık. Manasızdı okul koridorları, tahtalar, sıralar, tebeşirler, kitap, defter. Yap dediği şeyleri yaptığım da oldu elbet. Hayatı daha da zorlaştıran şeyler. İçi dış bir olmak gibi. Dünyanın en zor şeyiydi bu. Gönül başka şeyler istiyordu hevesim başka şeyler. Kalbim başka yerden vuruyordu aklım başka. Bir de şu vardı, ustamın yapma dediği şeyleri yaparsam, yap dediği şeyleri yapmanın da bir manası kalmıyordu maalesef. Ustam, bizden başkaydı. Biz başka şeyleri tercih ettik. Mezara girince hiç işimize yaramayacak şeyler. Ve bu dünyadayken uykumuzu kaçıracak şeyler. İnsanların sadece bazıları insan oluyorlar. İnsanların sadece bazıları Selahaddin Şimşek oluyorlar.
Hangi zalim Nisan’ın hangi gününde kalkıp gittiğini elbette biliyorum. Yazdan daha kavurucu bir güneş vardı ve kuşlar inadına cıvıl cıvıldı rüzgarlı dallarda. Toprak zalim görünmemişti gözüme, gökyüzü de öyle. Aşıkların kavuşmasından haset duyacak değildim. Fakat ayrılık keskindi, zehirdi, zalimdi.
Şimdi? Şimdi çok daha zalim insanlar. Şimdi her defasında daha zalim Nisan’lar. Ben her geçen gün daha zalimim. İçimde sadece senin telaffuzunla güzelleşen bir kelimenin verdiği umuttan başka huzur yok. Sadece Selahaddin’lerin sesiyle güzelleşen bir kelimenin huzuru. Sadece bir salavat müddeti yaşayıp sonsuza karışanların telaffuz etmekle kalmadığı bir kelime. O kelimenin içinde Allah’ın ölümsüz adamları yaşıyor. Sen yaşıyorsun. Madem artık senden yaşça büyüğüm, sana adınla seslenebilirim. O kelimeyi bana öğrettiğin için sana minnettarım Selahaddin. Ahiret, Selahaddin. O kelime, ahiret...