Değerli okuyucular,
Geçen ayki yazımı “Bir tatlı uğraş…” başlıklı yeşil ceviz reçeli yapımı hakkında tarif içeren paragraf ile bitirmiştim.
Demiştim ki: “ Ben denedim, pek güzel oluyor”. İtiraf etmeliyim on üzerinden dokuz! Hazırladığım numuneyi tadan dostlarım da “İyi ama sanki bir şey eksik mi ne?...” deyince neden on puanlık olmasın dedim.
Yeniden bir deneme için Temmuz ayı geç! Yeşil cevizler körpeliklerini kaybetmişlerdi.
Ben de rakım 900 civarı Boztepe, Sultanpınarı daha yeni yaza giriyor deyip, bir akşama doğru Akyazı, Kuzuluk, Beldibi yoluna koyuldum. Ardından bir yeşil denizi içinde kıvrılan yollar beni Sultanpınarı’na götürdü.
Yanılmamışım. O yüksek rakımda daha bahar. Her kıvrılan yol yeni bir kıvrıma açılıyor. Aracımla orman içi sürüş keyfini doya doya yaşayarak Sultanpınarı’na vardım.
Tanıdık simalar, dost gülüşler, sıcak bir karşılama, hoş sohbetler…İşte günün özeti. Gün bitiyor…Akşam olmadan çevredeki ceviz ağaçlarından körpe yeşil ceviz topluyoruz. Bir iki kilogram alan poşetim doluyor.
Yarım saatte karanlık bastırıyor, ılık hava serine dönüyor ve az sonra, bizleri yayla evlerine girmeye zorluyor.
İkram ve sohbet faslında yayla havasını göğsünüzde ferahlık olarak hissediyorsunuz. Lezzetin sevgiyle, sevginin mekanla iç içe geçtiği samimi, içtenlikli zaman kesitlerinin yaşama ne kadar tat kattığının farkına varıyorsunuz.
İçinizdeki kaşif bu keşfinden dolayı sizi kutluyor. Söz dolaşıp yeşil cevizleri ne yapacağıma gelince serüvenimi anlatıyorum.
İZ PEŞİNDE…
Diyorum ki: Şimdi bu yeşil cevizleri soyacağım, suya atacağım, her gün suyunu değiştireceğim. Beş-altı gün sonra bunları paketleyip çantama koyacağım sonra Kıbrıs’a götüreceğim. Yeşil ceviz reçelinin evlerde yaygın yapıldığı adada birkaç gün kalıp uygulamalı tarif usulü tam bir yeşil ceviz tatlısı yapımını öğreneceğim.
- “İyi” dediler, “Kıbrıs’a bizden de selam söyle…” dediler, beni yolcu ettiler.
Yayladan iniş yollarında köknarların, meşelerin bazı yerlerde serin, ince, dokunaklı bir türkü söylediğini her birden koro şeklinde terennümlerde bulunduklarını gördüm.
BİR DE…
Bir de ne gördüm: Yayla evlerinin hemen yanı başlarında beş – on metre en ve boyda toprak tavalarında yeşil soğan, pazı, pırasa, fasulye, domates gibi sebzeler özenle yetiştirilmiş ve de sanki başka bir dünyanın sebzeleri gibi!... İri, parlak canlı duruşlu yeşillikler hepsi… Oysa şehirlerdeki bahçelerinin sebzeleri ortamın tozundan dolayı daha solgun, daha cılız ve az verimlidirler. Çünkü havadaki partiküller sebzelerin üzerlerine siniyor. Ayrıca bina, yol duvar gibi yansıtıcı yüzeylerden yansıyan ışınlar bitkilerde stres oluşturuyor.
Yayla evlerinin bahçelerinde her türlü sebze daha iri ve daha albenili…
İki ay gibi kısa süreli yayla yerleşimi için bile bahçe kurmak güzel bir uğraş, güzel bir değer bilirlilik, ayrıca bir başka keyiftir.
Bir de derler ki Türkler göçebe veya göçebelikten gelme, onlarda bahçe kültürlerinin gelişmesi olumsuz etkilenmiştir.
YANLIŞ…
Yukarıdaki genelleme yanlış. Bu yanlışı entellüektellerimiz de yapıyor. Daha iki-üç ay önce ( Zaman-12.04.2011) İskender Pala yazıyor: “ Türklerin uzun çağlar boyunca göçebe bir toplum olarak yaşamaları, mevsimden mevsime coğrafyanın geniş bölgelerini kendi ihtiyaçları için kullanmaları Türk bahçesinin gelişmesini olumsuz etkilemiştir.Çocuğunun kulağına ninni diye:
Ev yapma evlenirsin,
Bağ dikme, bağlanırsın.
Çek davarı, sür koyunu
Günden güne beğlenirsin.
mısralarını okuyan bir göçebe anlayış, her yıl kudret eliyle yeniden hazırlanan uçsuz bucaksız tabiat bahçelerinde mutlu yaşayacaktır. Hiçbir maddi karşılık olmadan her gün yenilenen tabii nimetleri özgürce kullanan Yörük sisteminin ayrıca bir bahçe düzenlenmesine ihtiyacı yoktur. Üstelik gelir geçer bir yürüyüş esnasında bahçe yapmaya zaman da kafi değildi…”
Oysa İskender Pala’nın tespitini yaptığı bu durum tarihsel Türk toplumunun sadece bir kesimi olan “ Yörükler” e aittir ve bu tespitlerin de bence tamamlanacak tarafları bulunmaktadır.
Yazın yaylaklarda kışın kışlaklarda kalan nüfus son 1-2 bin yılda Türkler’ in çok az bir kısmını içerir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayını “Hülagü” yü okuyanlar Han’ın kaleminden döktürdüğü şiirler kadar zamanın sosyal hayatında bolca kesitler bulabilirler. Yüzyıllar öncesi Türk toplumunun yerleşik düzende ne kadar büyük kültürler ve yaşam değerleri ürettiğini ve ne kadar çok sayıda, nice yüksek nüfuslarda Türk yerleşim yerlerinden bahsedildiğini görürler.
Bu yerleşim yerlerinde yaşamın ayrılmaz parçası tarımsal üretim ve bahçeciliğin serpildiği, üretim ve gıda saklama tekniklerinin zenginliği, her geçen gün yeni araştırmacılar tarafından buluntu olarak kayda geçirilmektedir.
GÜNÜMÜZDE BAHÇELER…
Müstakil evlerin çoğunda, ortak konut yönetimlerinin bir kısmında meraklılarına mevsim meyve ve sebzelerinin üretimi için bahçelerde yer ayrılmaktadır.
Bunu belirleyen tabii ki imkanlar, toprak, su, bakım için zaman ve istek… Bazen de zorunluluk… Zira küçük ev ekonomisi esaslı yaşantılarda ev bütçesine katkı amaçlı sebze-meyve üretimi de artık yapılagelmektedir.
İklim koşullarının zorlaması ile çarşı pazarda sebze meyve fiyatlarının yükselmesi burada esas nedeni oluşturmaktadır.
SULTANPINARI-BOZTEPE’DEN KIBRIS’A…
Gelelim serüvenin diğer tarafına. Şirin bir Akyazı yaylasından topladığım iki kilogram yeşil cevizi soydum. Acısını çıkartmak için dört gün suyunu değiştirdim. Paketleyip, seyahat valizine koydum. Eşime de “Haydi Kıbrıs’a ! Var mısın?” dedim. “Varım” deyince Uzunçarşı’ dan uçak biletlerimizi aldık ertesi sabah erkenden Sabiha Gökçen Havaalanından “Ver elini Kıbrıs” yaptık.
Kıbrıs çok sıcak, her yer sıcaktı. Yine de dolu dolu geçen Kıbrıs gezimin izlenimlerini gelecek yazımda anlatacağım.
Sıcak Kıbrıs’tan, Güzel Kıbrıs’tan ayrılırken kulaklarımızda bir Atilla Özdemiroğlu şarkısı:
Sen ağlama dayanamam
Ağlama göz bebeğim sana kıyamam
Al yüreğim senin olsun
Yüreğim ben de kalırsa yaşayamam…
Hasret oldu, ayrılık oldu
………
Ve biz demir kanatlı kuş ile Kıbrıs’tan ayrıldık, birkaç saat sonra Sapanca’daki evimizdeydik.
Dudaklarımızda bir mırıltı “ Sen büyüksün, Türkiye!” …
Şimdilik kalın sağlıcakla…