En az 40 yıldan beri  bilumum salon toplantılarını, konferansları, açık oturumları ya da siyasi  faaliyetleri, kısaca içtimai, siyasi, iktisadi, kültürel, ilmi, kentsel, çevresel, hukuki ve toplumsal tüm  toplu  etkinlikleri  izlemeye ve takip etmeye çalışırım.

                 Yaklaşık 50 yıldan beri okuyan, 40 yıldır dinleyen ve 25 seneden beri  de yazan, iyi bir dinleyici olmam nedeniyle, bir sivil toplum oluşumumuzca  “DİNLEME FETASI” na da  layık görülen bir insan olarak, mühendislik  mesleğim yanında, aynı zamanda bir “kültür insanı” olarak da  fikir ve kültür dünyasının içinde bulunmaktayım.

                 Konferans, panel ve benzeri, muhtevası, kulvarı, yelpazesi ve cinsi ne olursa olsun, bu tür etkinlikleri önemser, ayrımsız takip eder, faydalı bulur ve bir konferansın, “bir kitap okuma”  olduğunu hep söyler, insanları çağırır, takibe teşvik ederim.

                 Ama bu tür etkinliklerde sevmediğim,  bıktığım, herkesin de bıktığını ve şikayetçi olduğunu gördüğüm ve yıllardır şahit olduğum bir yönü; dinleyenlere hitap ederken, en önde oturtuldukları, salona girdiklerinde  “ayağa da kalkıldığı” yetmezmiş  gibi, en büyük makamdan en küçüğüne kadar bir imtiyaz ve ayrıcalıkla, hitaplarda isimlerinin ve makamlarının üstüne basa basa zikredilmesi, abartılıp büyütülmeleri, bazen yağcılık ve yağdanlığa varan bir övgüyle takdim edilmeleri, yüzlerce dinleyiciyi iki kelime  olan “değerli ya da kıymetli misafirler” ile cem ederken, onları tek tek ve uzun unvanlarla ayrıca belirtmeleridir. 

                  Bazan, “şu da aramızda” diyerek ve “kendisine hoş geldiniz diyoruz” gibi nokta takdimler de  daha absürt hale gelmekte, sanki diğer ekseriyetin fazla bir ehemmiyeti yokmuş gibi davranılmakta, esas çoğunluk “dolgu” olarak salonda yerini almaktadır.         Benzetmekte bir beis yoksa; “Çınar, ıhlamur, çam, kayın” diye cins belirleyip, bunları öne çıkarıp, geri kalanlara “orman ağaçları,” ya da “lale, gül, ortanca, açelya, karanfil” çiçeklerini zikredip, geri kalanlara “ çiçekler,” “ leylak, mazı, alev, ligusturum, kartopu, ateş dikeni” deyip, bunları önemseyip, diğerlerine “süs bitkileri” demek gibi olmaktadır.

                  Bir “geri kalmışlık” göstergesi, “cahiliye” ve “doğulu” olma özelliği olarak gördüğüm bu husus, hemen tüm kesimlerimizce ortak bir payda olarak kullandığımız bu hitap tarzı; toplantı veya konferans süresini de uzatmakta, insanların vaktini çalmakta, esası gözden kaçırmakta, esas konuşmacının emeğine de gölge düşürmekte, amacından saptırmakta, uzaklaştırmakta ve dinleyicileri bıktırmaktadır.

                 Haklı olarak beğenmediğimiz ve yine haklı olarak tenkit ettiğimiz Batılılar bunu yapmamakta, sadeliği ve tevazulu olanı seçmekte, çoğu kez, “Sayın baylar ve bayanlar” diyerek kısa kesmekte, hemen sözün esasına girmekte, bizim gibi, her sahneye çıkıp eline mikrofonu aldığı gibi, salonun önünde oturanları tek tek sayıp sıralamamaktadırlar.

                 Bizler ise, bırakınız bir “mahalle derneğini” nerdeyse “apartman yöneticimize” kadar, ne olursan ol ama bir “baş” ol sevdasının tezahürü olarak, iki kişiye baş olmuş insanımızı bile ayrı zikretmekte, büyük makam ve payelerle takdim etmekteyiz.

                Elbette salonda o belde dışından veya çok çok daha mühimi, başka bir ülkeden gelen misafire, belde sakinlerinden gelenler gibi hitap etmeyeceğiz. O tür misafirler ayrıca zikredilmeli, abartmadan ve sade bir şekilde tazim edilmeli. Buna bir şey demiyoruz ve olması gerektiğini biliyoruz.

               Ama, kendi şehrimizin insanları arasında, hele “makam” gözeterek bir ayrım yapmayı, yüzlerce insanı bir kelime de cem edip, onlara ayrıca, ismen ve makamen hitap etmeyi asla doğru bulmuyoruz.

               Bizim kültür ve geleneklerimize uygun olarak, “Değerli misafirleri, kıymetli katılımcılarımız, sevgili hemşehrilerimiz,  aziz dinleyicilerimiz, değerli kardeşlerimiz veya değerli hazirun” gibi hitaplardan  biri seçilerek, tüm dinleyicilere eşit yaklaşarak ve “bütünleştirerek”  hitap etmenin, en doğru bir yol olduğunu düşünmekteyiz. Camilerimizde “kişiye özel” hitap ya da “takdim” yapılmadığı, “Değerli cemaat, aziz Müslümanlar” diyerek, hepsinin cem edilip, eşitlendiği gibi olması gerektiğine inanmaktayız.

               Sadece konuşmacı ve konuşmacılara yönelik isim, unvan ve özgeçmiş kullanılmalı, onlara yönelik bir tanıtım açılımı yapılmalıdır. Dinlemeye gelenler ise ortak bir  sıfat ve hitap ile cem edilmeli, salonun önündekiler, dakikalarca süren bir “sayım ve döküme,”  envanter çıkarmaya tabi  tutulmamalıdır.

               Bu konuda kendi tarihimiz, medeniyet ve kültürümüz ama hepsinden mühimi, Hz. Peygamberimiz”  örnek, rehber ve rol model alınmalıdır.

                    Tüm Müslümanlar bilir ki; “Hz. PEYGAMBERİMİZ, bir MECLİSE GELDİĞİ ZAMAN AYAĞA KALKINMASINDAN HOŞLANMAZ, TOPLUM İÇİNDE BAŞKÖŞEYE OTURMAYI SEVMEZ, BOŞ BULDUĞU YERE OTURURDU.”  “KENDİ EŞYALARINI BAŞKALARINA TAŞITMAK İSTEMEZ,” bulunduğu ortama konuşmak üzere gelen bir adam titremeye ( heyecanlanmaya) başlarsa, “ARKADAŞ TİTREME! BEN KIRAL DEĞİLİM. KUREYŞ’TEN KURUTULMUŞ ET YİYEN BİR KADININ OĞLUYUM” diye buyururdu.

                    Sahi bize ne oldu? İnancımıza, medeniyetimize, kültürümüze,tarihimize, örf, adet, gelenek ve göreneklerimize, tüm değerlerimize,“İSLAMİ, YERLİ ve MİLLİ” kimliğimize ne oldu?

                   Liberalizim ve kapitalizim, dünyevileşme ve kimliksizleşme feyezanı önünde “çer çöp” haline mi düştük? Kompleks deryasında boğulmak üzere miyiz?

                  Sn. H. Kırbaşoğlu hocamızın  dediği gibi; “KASA, MASA ve NİSA” ya teslim mi olduk?