İnanıyorum; her insan okuduğu sınıfın ‘çok özel’ bir sınıf olduğunu söyleyecektir. Haklı olanlar da vardır, abartanlar da.
Ama bizim sınıf gerçekten çok ‘özel’ bir sınıftı; terörün kol gezdiği günlerde, sınıfın en az üçte birinin üç ayrı grupla (komünist, ülkücü ve akıncı) okula gidip gelmesine rağmen, sınıfta, kantinde çok iyi bir dostluk vardı.
Biz her şeyden önce ve sonra sınıf arkadaşıydık. Yemek kuyruğuna birlikte ‘kaynak yapıyor’, beton sahada birlikte ‘minyatür kale’ çeviriyor, yeşil sahada birlikte ‘top koşturuyor’duk.
Teknik Direktörümüz Baba Zeki
Dört yıl boyunca sınıf takımının teknik direktörü ‘Baba Zeki’, nam-ı diğer ‘Komünist Zeki’ydi. Bizlerden dört beş yaş büyüktü ve daha öğrencilik yıllarında baba olmuş, oğlunun adını da ‘Burak’ koymuştu.
Takımı her zaman ‘Baba Zeki’ kuruyor; hepimiz ona ‘tarikat lideri’ne itaat eder gibi itaat ediyorduk; ‘Fahri ikinci yarı dinlen biraz, Osman kenara, Ceyhun gir’ dedi mi hepimiz uyuyorduk; bu kendiliğinden olan bir şeydi.
Allah’ı var, Zeki Balçın da takım tertibinde ideolojik davranmıyordu; İslâmcı Rauf’u (Memiş) da takıma koyuyordu, sosyal demokrat Çingene Tayfun’u (Ünal) da.
Kaptan Gürsel Kaya
Dört yıl boyunca da liberomuz ve kaptanımız Gürsel Kaya’ydı. 1.90’a yakın boylu, fizikli, topun ayağına yakıştığı Hendekli bir arkadaşımızdı. Zaten Hendek Gençlik formasıyla 1.Amatör Kümede top koşturuyordu.
Zekası, toparlayıcılığı, üstün top tekniği, beyefendiliği ile tam bir takım kaptanıydı Gürsel. Kaleci Muvaffak ile hemen önünde oynayan ve ıskalarıyla meşhur Çingene Tayfun’u (Ünal, şimdi Kıdemli Albay, esmer ve Akhisarlı olduğu için öyle kızdırırdık, çok iyi kalpli ve kalender bir arkadaşımızdı) çok iyi idare ediyordu.
Teknik direktörümüz Baba Zeki’nin de saha içindeki eli kolu ayağıydı. Benim de çok özel bir arkadaşımdı. Otuz beş sene sonra bile ailece görüştüğümüz tek sınıf arkadaşım dersem sanırım daha iyi anlatmış olurum. Tek kusuru Fenerbahçeli olmasıydı. Gürsel sonraları da çok iyi bir mühendis, çok iyi bir evlat, çok iyi bir baba, çok iyi bir komşu, çok iyi bir dost oldu. Hâlâ da dostluğundan onur ve gurur duyarım; gerçek ‘kötü gün dostu’dur!
Kalecimiz Kerküklü Muvaffak İsmail Ömer
Kalecimiz Kuzey Iraklı Kerkük Türkmeni Muvaffak İsmail Ömer’di.
O zamanlar her sınıfta 4-5 yabancı uyruklu öğrenci kontenjanı vardı. Bizim sınıfta da İran’dan Behram Selami (sınıf listesine göre Bahram Salami), Suriye’den de Üsame Rüveyha (sınıf listesine göre Osema Rwaha, âh İngilizler âh, ben sizin nerenize ne söyleyeyim) vardı Muvaffak İsmail Ömer ile birlikte. İlk yıl Türkiye Türkçesine alışana kadar çok zorluk çekiyorlardı; ama hepsi de okulu bitirdiler maşallah! Üçü de diğerlerinden ayırmadığımız arkadaşlarımızdı.
Muvaffak iyi kaleciydi gerçekten, Adapazarı’nın yağmuru eksik olmadığı için kale önleri çamurlu oluyor, maçlarda sık sık plonjon (biraz da seviyordu galiba) yapan Muvaffak’ın üstü başı çamurlanıyor, bazı arkadaşlar da ‘Uçan Manda’ diye kızdırıyorlardı ama iyi kaleciydi muvaffak, ve iyi insan! Yufka yürekli, merhametli bir Kerküklüydü o. Sınıf arkadaşımız Ayşen ile evlenmişti. Uzun süre Çolakoğlu metalürji firmasında ihracat ithalat müdürüydü; duyarız, şimdilerde kendi işini kurmuş.
Kayserili Rauf, Asabi Osman, Bücür Necmettin, Çalgıcı Ceyhun
Orta sahamızın banko üç ismi Kayserili Rauf (Memiş), Maraşlı Mehmet Fatih (Taşgetiren) ve Mersinli Asabi Osman (Yücel)di.
Üçü de sağ ayaklıydılar. Rauf daha iri yarı ve güçlü kuvvetliydi. Hani şu benim kağıt değiştirirken Abdullah Gül’e yakalandığım ‘suç ortağım’ Rauf. Mehmet Fatih de uzun boyluca; ama daha teknik ve ince idi. Osman ise 1.75 boylarında hem teknik hem de gücüyle oynayan bir arkadaşımızdı. Saha dışında sakin ve merhametli olan Osman, sahada asabileşiyor, sık sık da sarı veya kırmızı kart görüyordu. ‘Asabi’ lakabını hak ederek almıştı.
Zeki Baba’nın bankolarıydılar. Yedekleri de Bücür Necmettin (Arman, o zamanlar 1.55 boyunda, cılız çelimsiz biriydi, şimdilerde 1.70’lik bir dev) ile Çalgıcı Ceyhun’du (Suluöz, Gölcüklü, hafif pepe, dünya tatlısı, hayat dolu, saksafon, gitar filan çaldığı için Çalgıcı veya Baterist diye kızdırıyorduk).
Rauf zamanla her Kayserili gibi büyük bir tekstil tüccarı olmuş, duyarız. Mehmet Fatih özel bir üniversitede akademisyenmiş. Osman, Mersin’de tekstil fabrikası sahibi. Necmettin İstanbul’da 7 fabrikası olan büyük bir şirketin genel müdürü, Ceyhun istikrar abidesi, hâlâ Gölcük’te bateri çalmaya devam ediyor.
Sağaçık Sarı Metin, Santrafor Bacanak, Solaçık Filozof Fahri
Sağaçıkta lepiska gibi sarı saçları peşinden uçuşan, artist gibi yakışıklı, top ayağına yakışan, filinta gibi yakışıklı Fenerbahçeli Metin oynuyordu.
Santrafor ise ‘bacanak Erdinç’ti (Soysal, aslen Trabzonlu, İstanbul’da doğmuş büyümüş, Tarık Akan kadar uzun, Kadir İnanır kadar yakışıklı). Birbirimizi –nedeninin anlayamadığım bir sebepten- hep ‘Bacanak’ diye hitap ederdik, hâlâ da öyleyizdir. İyi bir Beşiktaş taraftarıydı, Çingene Tayfun gibi. Topa sağ ayağıyla zıpkın gibi vuruyor, kafa vuruşlarıyla fileleri sık sık havalandırıyor, yakaladığında affetmiyor; öyle bir santrafordu Bacanağım.
Sol açık ben oynuyordum; yani Filozof Fahri. Sol ayağım yoktu; ama zayıf top tekniğime rağmen yüksek süratimle tipik bir kontratak oyuncusuydum. Dolayısıyla sık sık gol pozisyonlarına giren, sık sık da kaçıran, saç baş yolan yoldurtan. Son sınıftaki şampiyonada ise ‘King Ali’ (Taşkent, üst sınıftan kalma) takıma girince, Baba Zeki tarafından sağbeke çekilmiştim.
7-8 Farkla Yenilgilerden Finalistliğe
Şimdi çok ama çok ilginç, gerçek bir başarı öyküsü anlatacağım.
Şunu tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki, 75 kişilik sınıf listesinin 60-65 kadarı devam ediyordu. Sınıfımızın yirmi kadarı bayandı. İlk on bire gireniyle yedeğiyle dört yıl boyunca 17-18 kişilik aynı isimler oynadı.
İlk üç yıl akademi Başkanlık Kupası, son yıl ise Dekanlık Kupası sınıflar arası maçları oluyordu. İlk yıl hemen her maçta 7-8 gol yiyor, bir tane bile atamıyorduk. İkinci yıl, yine aynı oyuncularla 3-4 bazen de 5 gol yiyip bir iki de atmaya başladık. Yine aynı oyuncularla üçüncü yıl 0-0, 1-1, 2-2 gibi skorlarla berabere kalmaya başladık. Dördüncü ve son yıl ise yine aynı oyuncularla final oynadık.
Başarının Sırrı: Takım Olmak ve Arkadaşlık
Peki, bu işin, bu başarının sırrı neydi, neredeydi?
Aynı takım, aynı oyuncular, hemen hemen aynı rakiplerle nasıl 7-8 yemekten finale yükselecek kadar başarılı bir takıma dönüştü?
İşin sırrı çok basitti aslında: Arkadaşlık! Birbirimizi tanımak! Özelliklerimizi iyi tespit etmek, alışmak.
Kolej takımına dönüşmüştük zamanla. BJK’nın, GS’ın, FB’nin, TS’nin, Bursaspor’un şampiyon olduğu yıllara bakın; başarılı takımın birinci vasfının, ünlü oyunculardan ziyade ‘takım olmak’, birlikte ağlamak-birlikte gülmek olduğu görülecektir.
1982 Dekanlık Kupası Finalisti Olduk
Dördüncü sınıftaydık artık; tam da takım olmuştuk. Dekanlık Kupası’nda 18 takım arasından yene yene finale çıkmıştık. Yarı finale çıkınca da üst sınıftan bize ‘bakaya kalan’ Türkiye amatör Futbol Kulüpleri Şampiyonu Karadenizspor’un sol açığı, meşhur King Ali (Taşkent) ile Kemik gibi sağlam Erenlerli Tır Hikmet’i (Yıldız) de takımımıza katmış, güçlenmiştik.
O günlerde Sakaryaspor’da oynayan Oğuz Çetinli, Mehmet Şenli, Sivaspor’da oynayan Salimli, Sabahattinli İnşaat Mühendisliği-III ile 90 dakikada 2-2 kalıp maçı uzatmaya götürdük. Uzatmalarda onlar iki biz bir gol atınca, 4-3 yenilerek kupayı rakibimize kaptırdık.
Necdet Çetin: ‘Bir Baktım Fahri’nin Forması Rakip Solbekin Elinde!’
Sınıfımızdan maçları saha kenarından izlemesiyle, dostluğu, sıcakkanlılığı, arkadaş canlılığıyla herkesin sevdiği Jon Trovolta Necdet (Çetin) anlatıyor: ‘son sınıfta bir maçtı, o gün Fahri Tuna sağ açık oynuyor. Sağdan sık sık fırtına gibi gidiyor, solbek zorlanıyor onu marke etmede. İkinci yarının ortaları, kafamı kaldırdım, o ne? Bizim Fahri, ikide bir arkasından formasını çekerek kendisini durduran rakip solbeke ‘madem benim formamı bu kadar çok seviyorsun, al bakalım’ diye tutturuverdi, solbek de şaşkın şaşkın aldı formayı, forma onun elinde, Fahri’nin üzeri çıplak. Seyiricler, hepimiz şaşkın! Böyle renkli, böyle çılgın adamdır Fahri Tuna.’
Ben de itiraf etmeliyim ki o yıllarda çok daha alıngandım; takım arkadaşlarım üç dört defa uygun pozisyonda pas atmadılar mı, küser bırakır giderdim maçı. Çok sevdiğim Kaptan Gürsel yahut Teknik direktör Baba Zeki zar zor ikna eder, alırlardı içeriye.
Onlar da bir günmüş; hayali cihan değer…