ŞEY
-Şehirlerarası otobüslerde öndeki koltuğun kucağıma kadar yatırılmasından nefret ediyorum.
-Elinizde ufalanacak kadar eskitilmiş 5 liralardan nefret ediyorum.
-Kargalardan ve dahi ses tonlarından nefret ediyorum.
-Her genç erkek gibi perde takmaktan nefret ediyorum.
-Her genç erkek gibi tülü perdenin yerine takmaktan nefret ediyorum.
-Paranın, çok ufacık da olsa, ön planda olduğu konuşmalardan nefret ediyorum.
-Halısahada kendinden geçip de sağa sola bağıranlardan nefret ediyorum.
…
Gibi bir sürü madde daha sıralayabilirim. Sıralayabilirsiniz. Bir gün içerisinde bunlardan yüzlercesi ile karşılaşmamak imkânsız. İnsanın her hareketinin bir haz üzerine kurulu olduğuna inandığım için, insanın kendini tanımasını da kendisine haz vermeyecek şeyleri tanıması olarak tanımlayabilirim. Elbette, insanın kendini bütünüyle tanıması mümkün değil. Elbette, insanın nefret ettiklerini teker teker sayabilmesi mümkün değil. Bu yüzden nefret edilen ve önceden de tahmin edilemeyen şeylerin bütününe karşı bir cümle ya da bir şeyle karşı durmak gerekir. Bu bende ‘Ufak şeylerle mutlu olabilenlerin büyük felaketleri olmaz.’ dır. Bu altın ‘şey’ inizi bulmak size kalmış. Kendinizi tanıyın, onu arayın.
VERÂ
İnsan doğası gereği, emek verdiği şeylerin karşılığını görmek ister. Bunun ne yaş ile ne de doygunluk ile bir alakası vardır. Bunun ne yapılan iş ile ne de ortaya konan ürün ile alakası vardır. İşte, Verâ Dergisi’nin genç emekçileri de emeklerinin karşılığını görememekten şikâyetçiler. Nasıl olmasınlar? Kaç ay uğraştılar. Ciddi denebilecek bir parasal yükün altına girdiler. En önemlisi de (ki bu edebiyat ortamında en ağır yüktür) bir sürü insanın ağız kokusunu çektiler. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de dergiyi basanların emeklerini bir çırpıda nasıl harcadıklarını gördüler. Aslına bakarsanız bu baskıyı yapanların cezai bir sorumluluğu olmalı. Sözleşmeye aykırılık bir yana, bu gençlerin emeklerini çalmanın kendilerine olan özgüvenlerini yıkmanın da bir cezai karşılığı olmalı. Ama hukuk ne kadar gelişirse gelişsin, bu mümkün olmayacak. Ne yazık ki.
Verâ’ya gelirsek. Derginin yarısı tanınmış diyeceğimiz şairler, diğer yarısını da Cemil Meriç Lisesi öğrencileri (ben dahil) dolduruyor. Harun Atak’ın kitabından sonraki ilk şiirini bir okul dergisiyle paylaşmış olması çok güzel bir jest. Keza Aydın Afacan’ın ‘Züleyhâ’ adlı ,son zamanlarda gördüğüm en sağlam şiir, şiirini göndermiş olması da ayrı bir mutluluk Verâ için. Halil İbrahim Polat, A.Barış Ağır, Taner Cindoruk, Hakan Özçelik, Mehmet Butakin, İrem Şalvarcı, Alper Yeşil, Özlem Tezcan Dertsiz’ e de teker teker teşekkür etmeli Verâ’ yı bir okul dergisi kabul etmeyip de sağlam ürünlerini gönderdikleri için. Ama asıl mutluluk, bu şairlerin şiirlerinin yanında biz Cemil Meriçlilerin şiirlerinin hiç de hafif kalmaması, bir ağırlığının olması.
Verâ ikinci sayısını görür mü bilmem. Ama ne olursa olsun Ebru için, Talha için, Burak için, Ayşenur için bir başarıdır. Tecrübedir. Tüm olumsuzluklara rağmen.
Yazıyı da ilk bölümde dediklerime binaen Halil İbrahim Polat’ın Vera’daki şu dizesiyle bitireyim.
‘ ben bütün gülleri kalbin şüphesine batırdım’