Çar I.Petro ; “Türkiye ile İran arasına fitne ve fesat tohumları ekilmeli..” Bizler, bu konuda (Belki de farkında olmayarak) Ruslara ne kadar da yardımcı olmuşuz!

Çar I. Petro, Asya ve Avrupa hazinelerinin anahtarı olan İstanbul’un mutlaka alınmasını, bunun için de Türkiye ile İran arasına fitne ve fesat tohumları ekilmesi gerektiğini ve Gürcistan ile Kafkasya’nın ele geçirilmesinin şart olduğunu tembihler…

1738 Yılında Açıklanan Rus Çarı I. Petro’nun 1725 Yılında yazdığı vasiyetnamesi

Bütün evlatlarım, birbirini takiben, Avrupa ülkelerinde hükümran olacaktır., zira Avrupa’nın bütün devlet kuruluşları köhnemiş ve ihtiyarlamıştır.

Fakat Rus Saltanatı inkişaf halindedir, biz bu inkişafı aklımızla bulmuşuz. Gelecek nesillerimizin elinde bir “talimat” niteliğinde olsun diye, ben “Vasiyetnamemi” aşağıdaki vasiyet şeklinde yazdım.

1-Rus devleti daima dengeli savaş şartları hazırlamalı ve bu hazırlığın Rusya’nın terakkisine sebep olması için çalışılmalıdır.

2-Savaş dönemlerinde Avrupa’dan mümkün olduğu kadar harp sergerdelerini, sulh zamanında ise, ilim adamlarını Rusya’ya celbetmeli.

3-Avrupa ülkeleri arasında fitne-fesat türetmek, aralarında zıddiyet yaratmak ve bu işte onlardan biri ile işbirliği içinde olmak lazımdır. Özellikle Alman halkı arasındaki kaynaşma ve kargaşalıklarda faal bir yer tutmaya çalışmalı. Zira onlar bizimle hemhudut ve bize bitişiktir.

4-Polonya’da kargaşalık çıkarmalı, onların ileri gelenlerine cimrilik etmeden rüşvet verip güçlerini bozmalı, devlet işlerine darbe vurmalı, Moskova’dan asker götürüp orada yerleştirmeli. Eğer başka devletler bizim bu tedbirlerimize itiraz ederlerse “sus payı” olsun diye Polonya’dan bir parça koparıp onlara da vermeli, iş tamam olduktan sonra ise, o parçayı da geri almalı. Rus saltanatını muhkemleştirmeli.

5-İsveç ve Norveç ülkelerinde mümkün olduğu kadar bir dayanak mıntıkası elde etmeli. Çünkü onların Valileri elimizde olurlarsa, İsveç ve Norveç’in Danimarka’ya düşmanlık tohumu serpmelerini temin etmek daha kolay olacaktır.

6-Rusya asilzadeleri daima Alman asilzadelerinden, nüfuslu şahsiyetlerinden, valilerden, rütbe sahiplerinden kız almayı unutmamalıdırlar. Zira onların bu şekildeki akrabalığı bize daima fayda sağlar.

7-İngiliz hükümeti ile birlik olup temasları sıklaştırın. Çünkü ticarette ve devlet idaresinde bu bize faydalı olur. Gemi inşaatı için gerekli bütün malzeme onlardan alınacaktır. Bu temas hem silah, hem de gemicilik için çok faydalıdır.

8-Rusya devletinin hududu Avrupa’nın şimalinden Baltık denizine, güneyde ise Karadeniz’e kadar olmalıdır. Bu durumu korumak ve Rus serhaddini genişletmek evlatlarımın vazifeleridir.

9-Rusya devletini, dünya devleti yapabilmek için, onun başkentinin, Asya ve Avrupa hazinelerinin anahtarı olan İstanbul olması lazımdır.

Acele ve noksansız olarak çalışıp, İstanbul’un batı topraklarına sahip olmak gerekir. Şüphesiz ki İstanbul’a sahip olan Şah, dünyada ilahi şah olacaktır.

Bu maksadın hedefine ulaşabilmesi için, daima Türkiye ile İran arasına fitne-fesat tohumları ekmeli, kavga ve savaş çıkarılmalıdır.

Bu iş için Sünni ve şii mezhepleri arasındaki ihtilaflar en keskin silah ve yenilmez ordudur.

Rusya’nın nüfuzunu Asya’da yaymak için Sünni şii ihtilafları en iyi vasıtadır. Türkiye ile İran arasındaki muvazeneyi öyle bozmak lazımdır ki (fitne-fesatla) onlar birbirleri ile hiçbir zaman anlaşamasınlar.

Hem İran, hem de Türkiye’nin Avrupa halkları ile temas etmesine imkan vermemeli. Eğer bu ülkelerin Müslümanları gözlerini açıp hukuklarını anlayacak olurlarsa, o bize büyük bela olacaktır.

Hem Türkiye’nin hem de İran’ın din adamlarını elde etmek ve onlar vasıtası ile Sünni-şii ihtilaflarını kızıştırmak lazımdır.

İslam akidesini Asya’dan uzaklaştırmak, Hristiyan dini akidesini ve medeniyetini oralarda ciddi bir şekilde tebliğ etmek ve yaymak zaruridir.

Gizli tutulsun

Bizim alimlerimizin bugüne kadar devlet işlerine müdahale etmesi, Rusya devletinin terakkisine mani olmuştur. Ben kendi selahiyet ve istiklalimi kullanarak, onları devlet işlerinden uzaklaştırdım. Ruhanilerin devlet işlerine müdahale etmelerini reddettim, şimdi onlar sıradan birileri gibi elleri ve kolları bağlı kalmıştır.

Ben bunu çok büyük bir riski göze alarak yaptım. Ruhanilerin devlet ve millet işlerinden ellerini çekip, yetkilerini kiliselerde yalnız dini görev yapmakla sınırlandırdım.

Bunlara ilaveten, çeşitli tedbirler de almak lazımdır ki, İran ülkesi her geçen gün biraz daha parasız pulsuz ve ticaretsiz kalsın. Hülasa İran’ı daima gerilemeye sevk etmeli, bağlı durumda tutmalı ki Rusya devleti onu istediği zaman zahmetsiz bir şekilde öldürmeğe kadir olsun.

Ama Türkiye devleti mahvolmadan İran’ın canını almanız tavsiye edilmez.

Gürcistan ülkesi, Kafkasya hattının yani İran’ın şah damarıdır.Eğer Rusya’nın tesellüd neşteri o damara yetişecek olursa, o zaman kalbinden zayıf kanı akacak ve onu öyle halsiz edecektir ki bin Eflatun dirilip gelse dahi onu ıslah edip sağlığına kavuşturamaz.

O zaman İran ülkesi Rusya çarlarına deve gibi muti olacaktır. Ve Türkiye’nin son alevi de sönecektir.

Maddi ihtiyaçlar bölgesi olan Türkiye’nin işini bitirdikten sonra, İran’ı zorluk çekmeden mahvetmek ve başını kesmek mümkündür.

Bunun için de siz, zaman kayıp etmeden Gürcistan’ı ve Kafkasya’yı zaptedip, İran’ın içte hakem durumda olan şahsiyetlerini kendinize hadim ve muti edeceksiniz.

Ondan sonra Hindistan’a kastetmeli. O memleket çok büyük ve geniş bir ticaret bölgesidir. Orayı ele geçirdiğiniz taktirde, İngiltere vasıtası ile elde edilen gelir evvelkinden çok, Hindistan’dan ihraç olunacaktır.

Hindistan’ın anahtarı Türkiye’nin Payitahtıdır.

Gidebildiğiniz kadar Kırgız, Hive ve Buhara sahraları tarafından ilerleyin ki hedefiniz size yaklaşmış olsun. Zaman kayıp etmeyin, aynı zamanda telaş ve acele etmekten imtina edin.

Avusturya devleti ile zahiren dost olmalı. Fakat öyle bir tedbir almalı ki Alman ve Avusturya gitgide güçlerini kaybetsinler.

Türkiye’yi Avrupa’dan ayırmalı (uzaklaştırmalı) ve bu işbirliğinden Avusturya’ da fayda temin etmeli. Bu işte iki yol var : Biri Avusturya’yı başka bir yerde meşgul etmek, biri de

Avusturya’ya Türkiye topraklarından öyle bir parça vermeli ki bilahere onun Avusturya’dan geri alınması kolay olsun.

10-Yunanlılara sulh ve dostlukla muamele etmeli, savaş zamanı onlar size yardım ederler, zira Yunanlılar Türkiye’den daima zarar görmüşlerdir.

11-İsveç, Norveç, Türkiye, İran ve Polonya’yı istila ettikten sonra İtalya ve Fransa ile müttefik olup temas kurun. Eğer onlardan hiç birisi dostluğumuzu kabul etmezse, o zaman bir fırsatını bularak, o yer ve ülkeleri mahvediniz. Bu yerleri ele geçirdikten sonra dünya hakimi olursunuz.

12- Eğer yukarıda belirtilen ülkelerden herhangi birisi muharebeyi kabul etmezse, öyle bir tedbir almak gerekir ki bu iki hükümetin (İtalya ve Fransa) arasında fitne-fesat yaratabilsin. Bu suretle zamanla onlardan biri ortadan kalkarak harap olacaktır. Geri kalan hükümetleri talan edip zahmet çekmeden bütün Avrupa üzerinde hükümranlık kurarsınız. İşin sonunda diğer ülkelerin hepsini kendi memleketinize ilhak edip bütün dünyaya sahip olursunuz.(2)

Burada devletlerin ideallerini gerçekleştirmek için sürekli olarak nasıl fırsat kolladıklarına çarpıcı bir örnek olması için bir not düşülmesi gerekmektedir.

“Anadolu topraklarını Büyük Devletler arasında paylaşmaya yönelik ilk antlaşma, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında 18 Mart 1915’de yapılan İstanbul Antlaşması oldu. Buna göre İtilaf Devletleri harbi kazanmaları halinde İstanbul ve Çanakkale boğazları ile hinterlantlarını Rusya’ya bırakacaklardı. (*)

Bu antlaşmayı Rusya istemiş, bu surette Çar I. Petro’dan beri takip ettiği “Sıcak Denizlere inme milli ideali”ni bu surette gerçekleştirmek istemişti..”(**)

NATO’ya neden üye olduk?

“Türkiye’nin NATO’ya katılmaya çağrılmasının en önemli sebebi ABD’nin askerî stratejisindeki değişikliktir.

SSCB atom bombası yapınca…

1949’da SSCB’nin atom bombası yapması, ABD’yi endişelendirmişti. SSCB’ye yakın bölgelerde askerî üsler kurularak Sovyetlerin “gözetlenmesi” kararı alındı. NATO’ya üye olmak Türkiye’yi gerçekten de bir SSCB saldırısından korudu…

…İkinci Dünya Savaşı’na fiilen katılmayan Türkiye’nin, savaşın son yılından itibaren iliklerine kadar hissetmeye başladığı Sovyet işgali tehdidi, 1949’da NATO’nun kurulmasından sonra Ankara’nın bu örgüte üyelik için gösterdiği olağanüstü çabanın en önemli sebebini oluşturmaktaydı.

SSCB’nin bitmez talepleri

19 Mart 1945 tarihi Türk dış politikası açısından çarpıcı bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Şubat 1945’te yapılan Yalta Konferansı’nda, ABD Başkanı Franklin Roosevelt ve İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in de tasvibini alan SSCB lideri Josef Stalin, Dışişleri Bakanı Vladislav Molotov yoluyla Türkiye’ye 19 Mart’ta diplomatik bir nota vererek, Türk Boğazları’nın savunulması için Sovyetler’e üs verilmesini istedi.

Molotov Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’le yaptığı görüşmede ayrıca, 1925 tarihli Türk-Sovyet Saldırmazlık Anlaşması’nın süresinin yıl sonunda dolacağını hatırlatarak, SSCB’nin bu anlaşmanın süresini uzatmayacağını net bir şekilde ifade etti.

7 Haziran 1945’te Sarper ile bir defa daha görüşen Molotov, Boğazlar rejiminin değiştirilmesini, Sovyetler’e üs verilmesini ve 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması’nda yapılacak değişiklikle Kars ve Ardahan’ın SSCB’ye bırakılmasını istedi.

Sovyet saldırısına karşı

Sovyet istekleri Ankara’da derin bir şoka sebep olmuştu. Türkiye, ABD ve İngiltere’nin bütün ısrarlarına rağmen savaşa girmemiş olduğundan, bu iki ülke de Ankara’ya soğuk yaklaşmaktaydı.

Üstelik ABD ve İngiltere, SSCB ile müttefik olduklarından Stalin’in isteklerine açıkça karşı çıkmıyorlardı. Türkiye muhtemel bir Sovyet saldırısına karşı askerî tedbirler almaya başladı. Sovyet sınırındaki askerî birlikler savunulması daha kolay olan Erzurum’a çekildi. Bölgedeki köy ve kasabalar boşaltılarak halkın daha Batı’daki yerleşim birimlerine gitmeleri sağlandı. Bunlar yapılırken, ABD ve İngiltere nezdindeki diplomatik girişimlere de hız verildi.

Soğuk savaş gerginliği

Türkiye’yi rahatlatan gelişmeler 1946’dan itibaren yaşanmaya başladı. ABD ile SSCB arasında savaş sırasında oluşan dostluk ortadan kalkmış, özellikle Polonya ve Almanya’nın durumuyla ilgili anlaşmazlıklar ileriki yıllarda “Soğuk Savaş” olarak adlandırılacak bir gerginliğin ortaya çıkmasına sebep olmuştu.

12 Mart 1947’de ABD Başkanı Harry Truman, bir Sovyet saldırısına karşı kullanılmak üzere Türkiye’ye ve Yunanistan’a askerî yardımda bulunacağını açıkladı. Truman Doktrini’nin ilan edilmesinin ardından Türkiye’ye gelen Amerikalı askerî uzmanlar, Türk ordusunun modernizasyonu için nelerin yapılması gerektiğini öngören bir çalışma hazırladılar.

12 Temmuz 1947’de Türkiye ile ABD arasında askerî yardım anlaşması imzalandı. ABD Türkiye’ye askerî malzeme vermeye başladı.

Bu arada Washington-Moskova hattındaki ilişkiler tamamen kopma noktasına gelmiş, 1948’deki Berlin bunalımından sonra her an “üçüncü dünya savaşı”nın çıkabileceği konuşulur olmuştu. ABD, Avrupa’daki çıkarlarını korumak ve SSCB’yi çevrelemek yönünde en somut adımını Nisan 1949’da attı. ABD ve Kanada ile 10 Avrupa devleti arasında Washington’da Kuzey Atlantik Antlaşması imzalanarak NATO kuruldu.

Hepimiz birimiz için

NATO, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesinde öngörülen “müşterek öz savunma” (meşru müdafaa) ilkesine uygun olarak meydana getirilmiş bir askerî pakttı. NATO Antlaşması’nın herhangi bir yerinde “SSCB” ya da “komünist devletler” tabiri geçmemekle birlikte, aslında örgütün bir SSCB saldırısına karşı müttefik ülkeleri korumak üzere kurulduğu açıktı.

Antlaşma’nın bugün de geçerli olan 5. Maddesine göre, NATO üyelerinden herhangi birine yapılacak bir saldırıya, diğer üyeler beraberce karşılık vereceklerdi. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” yaklaşımı olarak nitelendirilen bu madde Ankara tarafından ilgiyle karşılanmış, NATO’ya üye olmanın Türkiye’yi muhtemel bir SSCB işgalinden kurtaracağına olan inanç Hükümet üyeleri arasında yaygınlaşmıştı.

Kimse davet etmemişti

Bununla birlikte, ortada ciddi bir mesele bulunmaktaydı: Kimse Türkiye’yi NATO’ya üye olmaya davet etmemişti. NATO’nun kuruluşu esnasında Türk Hükümeti’nin yaptığı olumlu açıklamalara rağmen 1950’nin ortalarına kadar ne ABD ne de İngiltere Türkiye’yi NATO üyesi olmaya çağırdı.

Bir davet olmamasına rağmen daha fazla beklemeyen Hükümet, Türkiye’deki ilk gerçek demokratik seçimlerin yapılmasından dört gün önce 10 Mayıs 1950’de NATO’ya üyelik için başvurdu. Fakat bu başvuru dikkate alınmadı.

İngiltere, Türkiye’nin NATO’ya üye olması yerine, kendi öncülüğünde kurulacak bir Orta Doğu komutanlığına dâhil olmasından yanaydı.

Açıkçası, Stalin’in saldırma tehdidi hâlâ varlığını devam ettirmekteyken Türkiye’ye yapılacak bir Sovyet saldırısı sebebiyle ABD ve İngiltere, SSCB’yle savaşa girmek istemiyorlardı.

İkinci müracaat yapıldı

14 Mayıs 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti Hükümeti de, kendisinden önceki hükümet gibi NATO üyeliği için çaba gösterdi. Hatta 25 Haziran 1950’de Kore Savaşı’nın patlak vermesi üzerine, BM’nin çağrısına uyarak 25 Temmuz 1950’de Türk askerinin Kore’ye gönderilmesi kararı alındı.

Hemen ardından da 1 Ağustos’ta NATO’ya ikinci defa üyelik müracaatı yapıldı. Bu müracaat da Eylül ayında yapılan NATO toplantısında reddedilirken, Türkiye’nin Akdeniz’in güvenliği için oluşturulacak bir mekanizmada yer alması önerildi.

Sadece bir yıl sonra 16-20 Eylül 1951’de yapılan NATO Zirvesi’nde Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya katılmaya davet edilmesinin en önemli sebebi ABD’nin askerî stratejisindeki değişikliktir.

Zannedildiği gibi, Türkiye’nin NATO’ya üye olmaya davet edilmesinin Türk askerinin Kore’de göstermiş olduğu kahramanlıklarla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. 1949’da SSCB’nin atom bombası yapması, o zamana kadar nükleer tekele sahip olan ABD’yi endişelendirmişti.

SSCB’ye yakın bölgelerde askerî üsler kurularak, hem Sovyetlerin “gözetlenmesi” hem de muhtemel bir saldırıya vakit kaybetmeden karşılık verilebilmesi kararı alındı. Bu noktada, Türkiye ve Yunanistan’da Amerikan üsleri kurulması hayati önem taşımaktaydı.

ABD Üs istedi fakat…

Ankara’da Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes ile görüşen Amerikalı yetkililer, Türkiye’nin ABD’ye üs vermesini istediler. Türk tarafının tavrı gayet netti: NATO üyeliği olmadan, böyle bir talep kabul edilemez.

ABD arşivlerinde yer alan bu görüşmelerin tutanaklarına göre, Bayar ve Menderes, Amerikalıların bütün ısrarlarına ve askerî yardımın artırılması tekliflerine rağmen, İttifak’a üyelik söz konusu olmadıkça Türkiye’nin SSCB karşısında yalnız kalacağı gerekçesiyle, Amerikan üslerine izin vermediler.

Batırılamaz bir gemi

SSCB’nin “çevrelenmesi” için Türkiye’nin “batırılamaz bir uçak gemisi” gibi kullanılmasına ihtiyaç duyan ABD, Türkiye’ye soğuk bakan İngiltere’yi de ikna ederek NATO üyeliğinin kapısını araladı. Türkiye ve Yunanistan 18 Şubat 1952’de NATO’ya üyelik antlaşmalarını imzaladılar.

Sadece iki yıl sonra İncirlik üssünün ABD hava kuvvetleri tarafından kullanılmasına başlandı.

Türkiye’nin dört bir yanında onlarca üs ve tesis kuruldu.

Sayıları 20.000’i bulan Amerikan askeri bu üs ve tesislere yerleşti…”

KAYNAK


http://www.canmehmet.com/car-i-petronun-1725-yilinda-yazdigi-vasiyetnamesi-ve-vasiyetnamenin-nato-ile-ilgisi.html

Bugünler dünlerden doğar :

NOT :Dünü öğrenmeden bugünün olaylarını, yaşananları anlamamız, kavramamız mümkün değildir.

-Bir Cihan İmparatorluğu’ndan nasıl oldu da birilerinin şemsiyesi altına girdik ?

-Sonuçları itibariyle 1774 Küçük Kaynarca antlaşmasını,

-1853’de Osmanlı-İngiltere-Fransa ve Rusya arasında yaşanan Kırım Savaşını,

–NATO’ya girişimizi vitrini ile değil mutfakta (ABD-İngiltere-Rusya tarafından) nasıl pişirildiğini çok iyi öğrenmemiz gerekir.