Tüketim ekonomisi üzerine kurulu, her şeyin hızla tüketildiği, buna bağlı bizi biz yapan önemli kavram ve değerlerin içinin boşaltıldığı bir dünya düzenindeyiz, ne yazık ki…
Dijital “hızlanmanın” gerçek hayat üzerinde, ‘Vakit nakittir’ düsturundan çok uzak olumsuz etkisiyle, hızın düşman olmaya başladığı günümüzde, her şeyi hızla tüketmenin, kavramların anlamsızlaştırıldığının, özümüzden nasıl uzaklaştığımızın, tatmin ve itminan duygusunun silikleştiği, tüm bunlar hayatımızı gölgelerken fark etmeyişimizi fark ettirecek, herkesin okumasını istediğim bir yazıyı paylaşmak istedim bugün sizlerle…
Yeni Şafak Gazetesi Yazarı, müteferrik Yusuf Kaplan, dün köşesine taşımış hemşehrimiz Mehmet Varıcı’nın, okuyana “kendini fark ettirecek”, şapkayı önüne alıp düşündürtecek, belki de bu yazıdan sonra “eski yeniye” karar verdirtecek, refah toplumu felsefesi yaptığı yazısını…
Buyurun birlikte okuyalım, “Hedonik uygarlık: Tatminsizlik ekonomisi” başlıklı yorumu…
“MTO’nun nasıl çaplı insan yetiştirdiğini gösteren örneklerden biri Sakarya’dan Mehmet Varıcı hocamız. Varıcı hoca, burada yayımlayacağım nefis makalesinde refah toplumun felsefesini yapıyor ve anlamını sorguluyor. Onun bu konu etrafında devam edecek yazılarından birini paylaşıyorum sizlerle. Sizin için açıcı okumalar...
Modern çağın en büyük uzlaşı alanı, çoğu zaman fark edilmeden refah fikrinde kendini gösterir. İdeolojik kamplaşmalar, sınıfsal ayrımlar, kültürel gerilimler; gündelik hayatın karmaşası içinde aynı beklentide buluşur: tüketim, konfor, arzu, tatminsizlik…
Ancak kavramlar ne kadar çok tekrarlanırsa, anlamları o kadar aşınır. “Refah” da bu aşınmış kavramlardan biri hâline gelir. Ekonomik göstergelerin ötesine taşarak, bireyin kendini tanımladığı ve başkasıyla kıyasladığı bir kimlik aracı olur.
İnsan, sahip olduklarıyla görünürlük kazandığı bir dünyada yaşamaya alışır. Bu görünürlük yalnızca maddî varlıkla sınırlı kalmaz, sosyal medyadaki paylaşımlardan tüketim tercihine, tatil biçimlerinden meslekî unvanlara kadar genişler.
Refah, artık bir imkândan çok, bir statü göstergesine dönüşür. Varlık, toplumsal karşılaştırmanın diline tercüme edildiğinde, birey kendi değerini başkalarının eksiklikleri üzerinden inşa etmeye başlar. Bu durum sadece bireysel hırsları kaşımakla kalmaz, toplumsal yapının işleyişini de dönüştürür.
Refahın kıyasla işleyen doğası, göreli gelir kuramlarında karşılığını bulur. İnsanlar, mutlak kazanımlardan ziyade çevrelerindekilere kıyasla hangi konumda olduklarına odaklanır. Aynı maaş bir bağlamda tatmin sağlarken, daha yüksek beklentili bir çevrede yetersizlik duygusu uyandırabilir.
Sosyal medya bu etkiyi daha da keskinleştirir: Herkesin daha mutlu, daha başarılı, daha şık göründüğü bir dünyada, eldeki her şey eksik görünür. Kişi sahip olduklarından tat alamaz; çünkü başka birinin fazlası, kendi yeterini gölgelemeye başlar.
Bu kıyas kültürü yalnızca bireyler arasında işlemeye devam etmez; sınıflar arasında da dolaşıma girer. Üst gelir grupları, maddî ayrıcalıklarının yanı sıra estetik sınırlarını da koruma eğilimindedir.
SEMBOLİK ÜSTÜNLÜK YA DA GÖRÜNMEZ İKTİDAR BİÇİMLERİ
Sosyolog Pierre Bourdieu’nün “kültürel sermaye” ve “ayrım” kavramlarıyla tanımladığı bu yapı, sınıfsal üstünlüğün yalnızca gelirle değil, zevklerle, dil kalıplarıyla ve estetik tercihlerle yeniden üretildiğini gösterir. Refahın geniş kitlelere yayılması bu ayrıcalığı aşındırdığında, lüks yerine sembolik üstünlük belirleyici hâle gelir. Mekân seçimi, konuşma biçimi, kültürel etkinliklere katılım gibi pratikler, yeni sınıfsal kodlara dönüşür. Böylece görünmez hiyerarşilerin belirlediği bir toplumsal yapı ortaya çıkar.
Toplumun alt ve orta kesimleri için refahın yayılması, ilk bakışta bir fırsat gibi görünür; ancak bu genişleme, beraberinde daha yüksek beklentilerin tetiklediği bir tatminsizlik duygusu getirir. Refahın eşiği her adımda yükselir. Ulaşmak tatmin sağlamaz, ulaşamamak ise eksiklik hissini derinleştirir. Bu döngüyü, hedonik adaptasyon teorisi çarpıcı biçimde ortaya koyar: Bireyler, zamanla sahip olduklarına alışır ve alıştıkça onlardan duyduğu memnuniyet silikleşir. Bu süreç, sadece yeni arzular üretmekle kalmaz; sahip olunanın kıymetini, hatırasını ve emeğini yok sayan bir unutkanlığa dönüşür.
Yeni olan, kısa sürede sıradanlaşır; büyük bir kazanım, birkaç yıl içinde gündeliğin basit bir parçası hâline gelir. Bu durum yalnızca bireysel zaaflarla açıklanamaz; çünkü ekonomik düzen, tatminin kalıcı olmasından çok, arzunun sürekli canlı tutulmasını önemser. Tatminin uzun sürmesi, tüketim döngüsünü zayıflatır.
HAZ TEKNOLOJİSİ: ANLAM VE ÖZGÜRLÜK KAYBI
Oysa modern refah yapısı, arzunun daima uyarılmasına dayanır. Bu uyarılma kimi zaman eksiklik hissiyle, kimi zaman da başkasının fazlasına maruz kalma yoluyla sağlanır.
Refahı yalnızca maddî göstergeler üzerinden tanımlamak, bu yapının toplumsal etkilerini perdeleyebilir. Seçenekler arttıkça insanlar özgürlük hissine kapılır; fakat bu bolluk, zamanla karar yorgunluğu ve yön duygusunda aşınmaya yol açar. Bireysel tercihler çoğalırken, ortak değerler geri çekilir; toplum, paylaşım alanı olmaktan uzaklaşır ve bireyleri kendi çevrimiçi vitrinlerine doğru iter.
Refah, bireylerin yalnızlaşmasına neden olurken, bu yalnızlık hâlini çoğaltarak yaygınlaştırır; hatta onu, toplumsal bağların ve ailevî ilişkilerin içten içe çözülüşü içinde, estetik bir norm gibi sunar.
Bu noktada belirginleşen bir başka kırılma ise etik düzlemdedir. Sahip olmak, artık yalnızca ihtiyaçları karşılamaya yönelmez; aynı zamanda üstünlük kurmanın bir aracına dönüşür. Refah, çoğu zaman paylaşım yerine imajı öne çıkarır. Diğergâmlık üzerine kurulması beklenen sosyal ilişkiler, gösterişin yön verdiği yüzeysel temaslara kayar. Merhamet, tevekkül ve kanaat gibi değerler, toplumsal hız ve rekabet içinde geriye çekilir. Bu dönüşüm, bireysel tutumların ötesine geçerek kültürel zeminleri de zayıflatır.
Toplumun refahla sınandığı bir zamanda, yoksunluk artık yalnızca eksiklikle tanımlanmaz. Varlık içindeki anlam kaybı, huzursuzluğun yeni yüzünü oluşturur. Huzur, mülkiyetin bolluğunda aranmaz. İtmînan, eşyayla kurulan sade ve yerleşik bağlardan doğar; gösterişli nicelik bu bağın yerini dolduramaz. Bu farkındalık, sistemin körüklediği arzunun dışına yönelme cesaretini gerektirir. Sorgulamak, yavaşlamak, bazen eksiltmeye razı olmak...
Böyle bir yöneliş, yalnızca bir hayat tarzı tercihi olarak kalmaz, aynı zamanda yeni bir toplum tahayyülünün ipuçlarını sunar.”
Bu enfes yazıyı kaleme alan Mehmet Varıcı’ya ve köşesinde paylaşarak daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan Yusuf Kaplan’a, Bizim Bahçe’den “Peygamber çiçekleri” gönderelim istedik, yeniden aile ilişkilerinin ve toplumsal değerlerin hüküm sürdüğü günler dileğiyle…