Dünya bir sofra ve içinde, insana ne lazımsa var. İnsanı bilen sofrayı da ona göre hazırlamış.
Yani MUTLAK GÜÇ, YERKÜREYİ BİR NİMETLER SOFRASI OLARAK insanın hizmetine sunmuş.
Hiç şüphesiz, sofrada yer alan bu nimetlerin hepsi insan için çok ama çok önemlidir.
Ama bunlar içinde SU, ayrı, apayrı bir yere ve ehemmiyete sahiptir.
Müthiş bir nimet olan SU, hayatın merkezi, tüm varlıkların var oluş kaynağı.
Onsuz hiçbir canlı ayakta kalamıyor, hayatiyetini sürdüremiyor.
İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler. Hepsi ona muhtaç ve insan hepsine mahkum.
Bu hayat iksirine, bu mucizevi maddeye bir başka bakmalı, gözümüz gibi korumalı, sakınmalı, esirgemeliyiz. Ona gıpta etmeli, büyüleyici yapısını, eşsiz hizmetini, müthiş luzumiyetini yeniden fark etmeliyiz.
Yüce Yaratıcı Kur’an’ da ondan sıkça söz eder. Önemine vurgu yapar ve bizi düşünmeye davet eder.
‘’Gökten suyu indiren O’dur. Ondan hem size içecek vardır, hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler. Allah su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır. (NAHL 16/ 10-11)’’
‘’Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O’dur. Biz onunla ( kupkuru ), ölü memlekete hayat veririz. İşte siz de böylece ( mezarlarınızdan ) çıkarılacaksınız. (MÜ’MİNUN 23/ 18 )’’
Bu ayetlerden de görüleceği gibi SU, Allah’ın bize eşsiz bir lütfu. Anlama- mız, düşünmemiz, uyanmamız için müthiş bir ibret.
Her nimete çok çok şükretmeliyiz ama, suya bir başka şükür gerek.
İlahi kaynakların; hayatın başlangıcında ki ‘’HİKMETLİ İKSİR’’ diye nitelendirdikleri,
Kimyagerlerin H20 formülüyle ifade ettikleri,
Üzerinde yaşadığımız yerküre yüzeyinin % 70’ini kaplayan,
Vücüdumuzun dörtte üçünü oluşturan SU, gerçekten hayat boyunca en çok muhtaç olduğumuz şeydir.
Bizim inanç, kültür ve geleneğimizde müstesna bir yere sahiptir.
Rabbimiz; ‘’Her şeye sudan hayat verdiğimizi görmüyorlar mı?’’ buyurarak, suyun ne büyük nimet olduğunu vurgular. Peygamberimiz de; ‘’ Akan suya bevleden lanetlenmiştir’’ sözü ile suları kirletmenin ne derece mahsurlu olduğunu ve insanlığa ne büyük kötülük yapmak anlamına geldiğini ifade eder.
Büyüklerimize, küçük ellerimizle bir bardak suyu verdiğimizde, ‘’SU GİBİ AZİZ OL’’ derler ve suyun ne büyük sevgili olduğunu anlatmaya çalışırlar.
Elleri öpülesi ninelerimiz, bizleri mektebe gönderirken; ‘’ SULAR GİBİ ZİHİN AÇIKLIĞI’’temennisiyle ellerini RAHMAN’a kaldırırlardı.
Hanımlarımız, beylerini sabah evin avlusuna kadar çıkarıp, yolcularken, ‘’İŞLERİN SULAR GİBİ AKSIN’’ diyerek uğurlarlardı.
Gökten inen yağmur tanelerini, ‘’RAHMET’’ olarak nitelendirir, aşık aşkını ifade etmek için; ‘’KAVRULMUŞ TOPRAĞIN SUYA HASRETİ GİBİ SANA HASRETİM’’ der.
Mevlana; ‘’Cömertlikte ve yardım etmede akar su gibi ol’’ derken, ‘’Sızıyı gideren su. Suyun sızladığını kimseler bilmez’’ der İsmet Özel.
‘’ Sadece susayan suyu özlemez, su da susayanı özler’’ deyimdir medeniyetimiz de.
Suya hasretimiz, ihtiyacımız ancak böyle ifade edilebilir. Zira, susuzluğu- muzu onunla gideririz. Temizliğimizi onunla yapar, aşımızı onunla pişiririz. İşimiz onunla gider, düşümüz onunla güzelleşir, kulağımız onunla şenlenir, başımız onunla dinlenir. Onunla tedavi edilirdi hastalarımız. Onda yüzer, onunla yol alır gemilerimiz.
Dünyaya gelişimizde onunla temizlenir, Rabbimizin huzuruna çıkmak için onunla abdestlenir, vefatımızda ise en son onunla güsülleniriz değil mi?
O, hem temiz, hem de temizleyicidir. O bambaşka, müthiş, büyüleyici bir nimet, bir iksirdir.
Onu aziz bilmeli, bir damlasını bile İSRAF etmemeliyiz. Suyu ve su kaynaklarını asla ve kata kirletmemeliyiz. Hayatımız da bu denli mühim olan bu nimeti hoyratça kullanmamalı, dereleri, gölleri, denizleri, suyun olduğu her yeri, en temiz, en istisnai ve en güzide yerler olarak bilmeli, korumalıyız.
Onu baş tacı etmeli, ona hayranlıkla bakmalı, yeni doğmuş bebek misali her şeyden sakınmalıyız.
Sadece, elimiz kirlenip, yağlanıp boyalandığında, suyu bulamazsak ne hale düştüğümüzü, ellerimiz havada, öylece kalakaldığımızı, kirlenip banyo imkanı bulamadığımızda, ne hale düştüğümüzü, bu halde ne kadar durabileceğimizi düşünüp hatırlasak yeter.
Susadığımızda, şarıl şarıl akan suya nasıl baktığımızı ve hasretle nasıl buluştuğumuzu anımsayalım.
Bütün bunları düşünür ve yazarken, şehrimizin içinde altın iki kolye gibi duran Sakarya ve Çark suları aklıma geliyor. Bırakınız taa Polatlı yakınlarından doğan Sakarya’yı, şehrin içinden, şuracıktan doğup, yine şehir içinde seyreden Çark’ı bile koruyamadığımız, her türlü hakareti yaptığımız bu suyu düşünüyorum.
Kirlenmiş, paslanmış, sırtına her türlü çöp yüklenmiş vaziyette, mahsun mahsun, garip garip akan, yaralı bir vaziyette yol alan, kanadı kırık uçmaya ve menziline varmaya çalışan kuş gibi, dargın ve küskün akan, ‘’ben onlar için varım, onlar bana bu kadar muhtaç iken, bak beni ne hale getirdiler, çöplüğe ve açık kanalizasyon şebekesine çevirdiler’’ der gibi ağır aksak, AĞLAYARAK gitmeye çalışan ÇARK DERESİNİ hatırlıyor ve hangi eller, hangi insan! eli, hangi vicdan bu dereye, bu suya, bu mübarek nimete, bu hayat iksirine, BU KÖTÜLÜĞÜ YAPABİLİR diye düşünüyorum!!!
Ve şuracıkta, ŞEHRİN İÇİNDEN DOĞUP, İÇİNDEN AKARKEN KİRLETİLEN BİR DEREYİ, İLGİLİ KURUMLAR ve HALK OLARAK NEDEN ve NASIL KORUYAMIYORUZ DİYE HAYIFLANIYORUM.
Ve diyorum ki; bir insan, insanım diyen bir canlı türü, eşrefi mahlukat, evine, mutfağına, tüm odalarına, üstüne ve başına kirletecek bir şey atabilir amma, SUYA ASLA ATAMAZ, ATMAMALIDIR. Gözümüze bile bile iğne batırmak gibidir.
Lütfen ama lütfen, suya bakarken, onu kullanırken, ona bir daha dikkatlice bakalım, yeniden bakalım, hayranlıkla bakalım ve onu yeniden keşfedelim.
Nasıl bir nimet ile başbaşayız ve o olmazsa ne yaparız diye, bir daha, bir daha DÜŞÜNELİM ve bu müthiş nimeti, bütün rızıkları veren, eserin sahibi SANİ’yi, REZZAK’ı hatırlayalım. VE GÖNÜLDEN, GÖNLÜMÜZÜN DERİNLİKLERİNDEN ‘’ELHAMDULİLLAH’’ diyelim.
Ona dokunduğumuz, onu kullandığımız her an, BİSMİLLAH’’ demeyi sakın unutmayalım.