Hani derler ya, “Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıdır” diye...
Bizimki de o hesap...
18 gün önce çıktığımız yurtdışından döneli 24 saat oldu.
Özlemişiz gazeteyi, şehri, dostları...
Kolay değil, 1971 yılında başladığımız gazetecilik mesleğinde böyle uzun vadeli bir ayrılık, hiç olmadı desek yeridir...
Geldik baktık ki, bahçenin çiçekleri solmak şöyle dursun daha da canlanmış, daha da renklenmiş...
Emeği geçen mesai arkadaşlarıma teşekkür etmemek ne mümkün...
Onlar, duaların reddedilmediği o müstesna mekanlarda aldılar emeklerinin karşılığını...
Bizim için uzun sayılacak bir ayrılık döneminde, sizleri Bizim Bahçe’nin çiçekleriyle buluşturanlar mesai arkadaşlarımızdan görevi devraldığımız günde, yeniden birlikte olmanın heyecanı, sevinci ve coşkusu var içimizde...
Gazeteye gelir gelmez, görmediğimiz sayıları incelemek ilk işimiz oldu...
Hacda aynı odayı paylaştığımız Murat Kan, Mono Kafe ve Ofis Sanat Merkezi Kafeteryası’nı işletiyormuş.
“Kan soyadı yabancı gelmiyor” dedim ve sordum “Sen benim Ticaret Lisesi’nden arkadaşım Necdet Kan’ın nesi oluyorsun?”
Demez mi “O benim genç yaşta kaybettiğim babam...”
Bir başka iklim oluşuverdi aramızda...
Rahmetli okul arkadaşım, geride ne kadar güzel bir evlat bırakmış da, haberim olmamış bugüne kadar meğer...
Ofis Kafeterya’da çok etkinliğe katıldım oysa...
Hiç aklıma gelmedi burayı kim işletiyor diye sormak...
Tesadüf bu ya, kaderde aynı odada, hem de kutsal topraklarda bir araya gelip o güzel insanı rahmetle anmak varmış günün birinde...
Uzun uzun anlatacağım bir ziyaret oldu; ikinci kez gerçekleştirmek şansını elde ettiğimiz Hacc-ı Ekber...
Sakaryalı pek çok dost oradaydı...
Süleyman Kamacı’nın kucaklayışı, Adem Şener hocanın ilgi çeken vakfe duası, iki çelebi dost Zekeriya Kestane ve Turgay Reis’in unutulmaz yol ve hac arkadaşlığı...
Bir hoş tesadüf olarak Doktor Şafak, Rıdvan Duran ve Ak Parti’nin sözünü dudaktan, gözünü budaktan esirgemeyen eski il başkanı Şenol Morgül ve kardeşi Coşkun Morgül ile “Zamzam Tower” buluşması...
Ali İhsan Arığ ile Hakan Tenekeci ve Haluk Eminler’in keyifli bir hac dönemi yaşaması...
Kadrolu hacı sınıfına giren ve Nedim Paker’in öncülüğünde Bayram Aşkar, Ramazan Kıratlı, Mahmut Sancaktaroğlu ile sevimli bir genç hacı Abdullah Bayraktar ve de yüzünden eksik olmayan tebessümü ile SATSO Meclisi Başkan Yardımcısı Günay Güneş ve de başarılı müteahhit Hakkı Akyüz’ün ikramları;
Bir mütevazi işadamı Nevzat Fidanoğlu’nun beklenmeyen performansı ve Hendek Belediye Başkanı Ali İnci’nin tavaf sırasında gelen dost telefonu ile sevgili hocamız, gazetemizin istikrarlı yazarı, Orhan Camii’nin imamlarından Mustafa Aydın’ın elinden Kur’an-ı Kerim ayetlerle Kabe’yi, Kuba Mescidi’ni ve Uhud’u anlatışındaki etkileyici üslubu, sayfalara sığmayacak bir zenginlik taşıyor...
Eski bir sporcu olmanın ve sürekli yürümenin getirdiği dinamizmin yararını yaşamak ve bilmek için, meşakkatli bir yolculuk yapmak gerekiyormuş meğer...
Zinde gidip zinde dönmek için önceden hazırlıklı olmak ne kadar da gerekliymiş...
İşte böyle doyumsuz ve muhteşem bir tablo içinde olmak insanı ne kadar da mutlu ediyor...
Unutulmaz mahşeri manzarayı kelimelere dökebilmek hiç de kolay değil...
Yediden yetmişe, minik çocuklardan iki büklüm yaşlı dedelere varıncaya, ne kadar şanslı insan varsa, koşup gelmiş hac için Mekke’ye...
Mina, Müzdelife ve her şeyin ötesinde Arafat ve de Medine...
Her köşesi bir başka dünyaya açılıyor sanki...
Bu ne biçim bir ibadet ki dünyanın dört bir yanından koşup gelmiş farklı renkte, farklı dilde bir insan mozaiğinin açılmış elleri semaya, neler istemiyor ki Mevla’dan...
Kabe’nin altın sesli hocası yatsı namazında İbrahim Suresi’ni okuyor, bu nasıl bir okumak...
Ağlamaktan bitiremiyor, hıçkırıklar diziliyor boğazına, sesi çıkmıyor bir türlü...
Onunla birlikte, bütün Kâbe ağlıyor adeta...
İşte öylesine müthiş bir an...
Ve Arafat’ta bir buçuk saate yakın o güzel insan, o hisli yürek Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in vakfe duası, insanı benliğinden koparıp bir başka aleme, bir farklı iklime götürüyor insanı, ister istemez...
Bu haccın özeti; bir kez daha gördüm ki Müslüman’ın günün koşulları içerisinde sığınacağı en emin liman ve tutunacağı tek dalı yüce Allah ve kullanabileceği yegâne ve de etkin silahı “Dua.”
Onun için diyoruz ki, hac anlatılmaz yaşanır...
Biz buna uygun yaşarsak, gerisi kolay...
“Gün gelecek arkasına saklandığınız ağaç sizi ihbar edecek ve Müslümanlar galip gelecek” sözüne karşılık ne demiş Natenyahu; “Siz o Müslümanlar’ı gösterin, sonra düşünelim... O Müslümanlar nerede?”
Halimiz işte öylesine dramatik...
Ortadoğu’da yaşananlar, Natenyahu’yu haklı çıkarmıyor mu?
Dönüp geldim yurduma, gördüm ki kan gövdeyi götürüyor...
Bu durumda, “İşimiz zor” demek talihsizliği oturuverdi yüreğime...
İşte bu duygularla, o kutsal mekanlarda birlikte olduğumuz dostlara, Bizim Bahçe’den döner dönmez, birer demet “Peygamber çiçeği” göndermemek olur mu hiç...