Evlilik için yapılan cemiyetin özel adı “düğündür”. Evliliğin nikâhla beraber son merhalesidir. Nikâhın sünnetlerinden biride davet ve ikramdır. İslam düğün adetleri ülkelere ve toplumlara göre farklılık arz etmektedir. Meşru eğlence ve yemek daveti sünnetin onay verdiği usullerdendir. Fakat bizler ahlakımıza uygun eğlenme formüllerini kaybettik ve bu sebeple düğünlerimiz bazen bir cenazeyi hissettiriyor.
Düğün davetiyesi kimlere verilmelidir. Maalesef bu konuda ifrat içindeyiz. Miting daveti gibi çağrılar, davetiye götürülenleri hiç mi hiç memnun etmemektedir. Bunu birçok insan bilse de açıkça dile getirememektedir.
Masalarda ve evlerde ki davetiye desteleri sevgi yerine, sıkıntıyı yaşatmaktadır. Bazen kimden geldiği ve kiminle gönderildiği belli olmayan davetiyeler, alış veriş marketlerinin el ilanları gibi kapılara bırakılmaktadırlar. İnsanları ve dostları imtihan veya daha evvelki katıldığı düğünlerde ki verdiği hediyelerin geri dönüşümü olarak zarf bekleme nöbetidir.
Bu konuyu çok uzatmadan ifade edecek olursak, düğünler maddi kazanç, kalabalık gösterisi, geri dönüşüm ve yatırım amaçlı olmamalıdırlar. Zenginliğinin düğün hediyelerinden gelen meblağa bağlı olduğunu söyleyenlerin olduğu bir ülkede, maalesef düğünlerimiz de istikametini ve ihlâsını kaybetmiştir.
Düğün aile içi ünsiyet imkânı veren bir cemiyet olduğuna göre davet edilenlerinde aileye olan yakınlıklarıyla sınırlı olmalıdır. Düğün çeyizini satın aldığı dükkâna dahi davetiye götürecek bir çağrı, makbul olmasa gerektir.
Düğün davetiyeleri, ver(e)mediğim insan darılır zannıyla her gördüğümüze davetiye vermek asla doğru değildir. Bir ORHAN CAMİYİ dolduracak kadar insanı, müsait olmayan mekân ve ikrama davet etmekte ayrı bir işkenceye dönmektedir.
Davetiyeler;
1. AKRABALARA
2. KOMŞULARA
3. YAKIN ARKADAŞLARA

4. MESAİ DOSTLARINA verilmelidir. Ayrıca davetiyelerin veriliş edebi de önemsenmelidir.
Resmi ve siyasi zevata verilen davetiyeler eğer akraba ve özel dostluk yoksa onlar için sıkıntıya ve gizli şikâyete sebep olmaktadır. Her hafta sonu onlarca davetiye, amir ve yetkililer tarafından zorluklar içinde, maaşı yetmeyeceğin den başka imkânlarla, yarım bardak su içme zamanında ziyaretler yapılmaktadır. Onlara da yazık, düğünümde müdür, başkan vs bulundu denmesi için hafta sonları mecburi katılımlara sebep olmaktadır.
Uzak şehirlerde ki dostlara da mümkünse eziyet ve sıkıntı vermemelidir. Akraba istisna edilirse, diğer insanları meşakkate sokmamalıdır.
Görüldüğü zaman kalbimizde sevgisi bulunmayan insanları da davetten imtina etmelidir. Zira yürekler yalana sevinmez. Düğün sevgidir, samimiyettir ve doğruluktur.
Benim yazdıklarım kendi gözlemlerimdir. Doğru; herkesin kendi gönül kantarındadır. Fakat cemiyetlere davet edildiği için şikâyetçi olunanlardan gelen sese de kulak vermelidir. Mütevazı, hediyelerle zenginleştirmeyen ve dostları hediyesine göre sınıflandırmayan ve hediyeleri listelemeyen bir davette bulunmalıdır.
Davete geleni, getireceği hediyeden üstün tutmayan/kabul etmeyen kimse lütfen o insanı davet etmesin.
Davetiye sayısı vermek uygun değilse de, ben 250 kişiyi düğünlerimize davette yeterli veya çok bile görmekteyim. Yoksa tüm cami cemaatini, çalıştığımız işyerindekileri ve her selam verdiğimizi davet etmek belki onları sıkıntıya sokabilir.
Düğüne çağırmamak her zaman, davet edilmeyeni sevmemek, önem vermemek anlamına gelmemektedir.
VAAZ ETMENİN TEHLİKELERİ
Vaaz öğüt vermektir. Öğüt vermek ancak Allah’ın hakkıdır. Kur’an da bunu birçok örneğini bulmak mümkündür. “16:90 - Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.”
Allah’tan sonra vaaz vermek Allahın görevlendirdiği peygamberlerin hakkıdır. “34:46 - De ki: "Size sadece bir tek nasihat edeceğim. Şöyle ki: Allah için ikişer, üçer ve teker teker kalkarsınız, sonra da iyi düşünürsünüz." Arkadaşınızda (peygamberde) delilikten eser yoktur. O, yalnız şiddetli bir azabın önünde, sizi sakındıracak bir peygamberdir.”
Son olarak vaaz etmek ümmetin ve özellikle âlimlerin ve bu görevde vazifeli olanlarındır. Vaaz kavramı genellikle günümüzde cami kürsüsünde “konuşma yapılan” eylem olarak bilinmektedir. Vaaz edenler vaiz veya vaize denmektedir.
Vaaz etmenin dikey ve yatay sorumlulukları vardır. Vaiz öncelikle Allah’a karşı sorumludur. Daha sonra Peygambere ve ilmi liyakat ve disipline karşı sorumludur.
Cami cemaatinin vaaz edenler hakkında çeşitli kanaat ve düşünceleri vardır. Özel bir cemaat dışında hiçbir vaiz dinleyenleri tarafından tam kabul görmez. Bunun birçok sebebi vardır. Bu sebeple vaizler her zaman sevilmeyebilirler. Bazen şüpheyle karşılanabilirler. Kimi zaman devlet ve yönetici ondan şüphelenir, kimi zaman da cemaat şüphelenir. Bu şüphe ilmi ve bakış açısı sebebiyledir. Vaaz bir anlamıyla “sabır” zırhına bürünmeyi gerektiren vazifedir.
Vaiz kendi söyledikleriyle kendini ipotek altına alan kimsedir. Eylem ve söylem arasında ki çizgi çok önemlidir. Bununla beraber her zaman bu çizgiyi doğru tutturmak pek mümkün olmamaktadır. Bunun içinde daima mahcup ve kusurlu görünmektedir. Hakkı diliyle ifade ettiği halde, fiiliye içini dolduramadığında güvenirliğini zedelemektedir. Sussa bir dert, konuşsa bin dert olan yüce bir vazifedir. İnsan vaaz ettikçe, sorumluluğu fark ediyor ve vaazdan kaçası geliyor.
Vaizin vakar ve tevazuyla, kibir ve gurur karşısında ki duruşu da oldukça zordur. Topluma karışsa zarar görür, laf işitir, karışmasa başka zarar görür.
Vaizinde yetiştiği ortam, ilmi disiplin ve insan oluşu dikkate alındığında oldukça çok yıprandığı görülecektir. Bir saat konuşan insan hata yapmadan ve yanılmadan hep istikamette olması belki de güçtür. Bu sebepledir ki vaiz olmak ateşten gömlek değil, ateşten cübbe giymektir. Sadece namaz kıldırıp, Kur’an okuyan insan vaiz kadar yıpranmaz. Tabii ki vaiz de usul ve üslup yanlışlıkları varsa oda ayrı bir bahsi diğerdir.
Umarım ki vaaz eden insanın hasenatı/ iyilikleri, seyyiatından/ kabahatlerinden daha çok olurda inşallah vaizde kurtulur.
CAMİNİN TEMİZLİĞİNDEN SİZDE SORUMLUSUNUZ
“Beytimi temizle” emri ilahisi peygamberler verilen Kur’an vahydir. Sahabeden de mescidi temizleyip övülen kıssa hepimizin malumudur.
“Asr-ı Saadet’te Mescidi Nebevi’yi devamlı olarak süpüren zenci bir kadın vardı. Bir ara Rasulullah (s.a.v) onu görmedi. Merak ederek sordu. Sahabeler “öldü” dediler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v); “Bana haber vermeniz gerekmez miydi?” diye buyurdular.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), bu durumdan hoşlanmadı ve “Bana kabrini gösterin” diye buyurdular. Sahabe O’na kadının kabrini gösterdi ve kadının kabri üzerine cenaze namazı kıldı ve dua etti. Buhârî, Salât, 72, Cenaiz, 66”
Caminin temizliği için “din görevlisi” sorumlu olmaktadır. Bu bir şereftir. Fakat bu mesele görüldüğü kadar kolay ve basit değildir. Hele de selâtin camilerde bu görev sadece görevlinin yerine getirebileceği bir görev değildir.
Bu meseleden cami dernekleri ve belediyelerde sorumludur. Temizlikten hizmet sunanlar kadar, hizmet alanlarda sorumludur. Cami temizliği sadece görünen toz ve çöp değildir. Sevilmeyen kokularda caminin kirlerinden kabul edilir. Bu ağır koku, binadan olabileceği gibi, hizmet alanlardan da olabilir. “Kim sarımsak veya soğan yerse bizden uzak dursun -veya mescidimizden uzak dursun- evinde otursun. Buhârî, Et’ime 49” hadisi bu gerçeği beyan etmektedir.
Camiye temiz ve nezih kıyafet ve güzel kokuyla gelmeyenlerde mesuldür. Görevlileri tenkit yerine, bana düşen bir görev var mı sualiyle, nasıl yardımcı olabiliriz şeklinde dilek ve sorumlukta olmalıdır. Hele de Orhan Camii gibi günde üç, dört bin kişinin (cemaatle ve namaz arasında eda edenlerle) namaz kıldığı yerde ister istemez temizlik başarısı, ideali yansıtamayabilir.