Evvel zaman içinde, bu vatanın bir hanesin de bir tanecik yakışıklı erkek çocuk dünyaya gelmiş, diğer bir evinde de güzel mi güzel biricik kız çocuğu müjdelenmiş. Bu iki bebek büyümüşler, yürümüşler, gelişmişler ve evlilik çağına gelince nasipleri olarak birbirleriyle nikâhlanmışlar ve aile yuvası kurmuşlar.
Evlilikleri dualı başlamış ve dualı olarak devam etmiş. Bir gün büyük bir müjde olarak “can tatlısı, gönül müjdesi, nur gibi bir kız çocuğu” dünyaya gelmiş. Ve o kız çocuğu ailenin misk gibi kokusu, bal gibi tadı, çiçek gibi rengi olmuş.
Gel zaman git zaman, bu kız da büyümüş, okumuş ve sonra nemi olmuş? Söylemeyim imrenirsiniz yâda nazar edersiniz. Maşallah derseniz anlatayım mı o kıza ne olmuş?
O kız asrımızın Meryem’i ve Aminen’in emanetçisine ümmet olmuş. Elhamdülillah. Ve o kız evinden, ailesinin duası ve kendi gönül rızasıyla çıkıvermiş. Nereye mi? Tabii ki Sezginler Kur’an Kursunun rahlesine, yatağına ve sofrasına misafir olmuş. Zaten hepimiz bu yeryüzünün misafirleri değil miyiz?
Mahalle camisinden öğrendiği elif basına tecvit eklemiş, tecvidine mana ve şuur katmış, Arapça okumuş sonra da daha yok mu diyerek, aza kanaat etmemiş. Zira “Rabbim ilmimi artır” emri rabbanisiyle o ilmin kaynağı olan Kuran’a yeni bir nazar ve hikmetle bakmış.
Peygamberimizin söylediği gibi “Allahın kolay kıldığına kolaydır” prensibiyle altı bin kusur ayeti tek bir ayet, yüz on dört sureyi tek bir süre gibi düşünmüş ve ilim yolculuğuna çıkmış.
O kız ümmetin sorumluluğunu üzerine alarak her harfi, harekeyi, meddi ve şeddeyi hatta noktadan sükûna kadar ne varsa hepsini gözünle süzmüş, aklıyla idrak etmiş ve kalbiyle muhafaza etmiş.
Günler haftaları, haftalar ayları ve aylar yılları derken günün birinde teskere alırcasına, şafak söktü diyerek Kur’an hafızı oluvermiş, bir diğeri ise Kur’anın mana deryasının anahtarı olan Arapça lisanıyla tanışmış, gücünün yettiğince nesaradan, fealeye, sarftan nahive yol almış Elhamdülillah. O kızı mı merak ediyorsunuz? Göstereyim mi size O’nu? Ama evvela onun anne ve babasını göstermek gerekir. Zira o Arapçasıyla ve ezberiyle hafız kızımızın; ilk duası, ilk kucağı, ilk kundağı ve ilkleri hep o eli öpülesi ve duası alınası ana babaları olmuştur.
Sizin vaktinizi alacak değilim. Aslında bu kızın manevi bahçıvanı olan hocalarını da göstermek isterim. Tıpkı Meryem’in bahçıvanı Zekeriya peygamber gibi onlar da bu güzel kızın kefili olmuşlardı. Onlar çeyrek altın değil beşibirlik gibi o kızın etrafında pervane oldular.
Biri diğerine teslim ederek, onlarla gecelediler ve onlarla sabahladılar. Ders verince onlar kadar sevindiler, derslerinde eksiklik olunca onlardan çok üzüldüler. Aslında size “Elif” harfinden “Z” harfine kadar tüm hocalarını tanıtmak ve anlatmak isterdim. Neyse onlar mütevazı olduklarından belki de bunu istemezler.
Hatta bu kızlarımız için cami cemaati dahi fedakârlığını ve cömertliğini hiç esirgememişti. Ya Osman Uzun amca için ne demeli bilemem. Yedi gün yirmi dört saat esasına göre birinci evi kurs, ikinci evi cami, üçüncüsü ise kendi evine vakit ayıran Osman amcamıza ve ailesine nice dualar ve saygılar sunarız.
O kızlara yemek pişiren aşçısından, diğer maddi ve manevi hizmetlerine koşan herkes, bu mutlu günü beklemiştir. Biz tüm bu güzel hizmet insanlarını size tanıtmak ve göstermek yerine, sadece o güzel kızları göstermek isteriz.
İşte o kızlar bu gün Kur’anın lisanı Arapçasıyla kimi de hafız olarak karşınıza çıkan bu değerli öğrencilerimiz şimdi huzurlarınızdadır. İşte o kız Kur’anın mana elçisi ve sözlerinin hafızıdır. Allahın her türlü vesveseden koruduğu ve kendisine kitabını ezberleme kabiliyet ve imkânını verdiği bu kızlar şimdi sizin huzurunuzdadırlar. Hep beraber maşallah deyiniz, maşallah.
Biz hocaları ve hizmetinde bulunanlar olarak, onların Arapça okuduklarına ve Hafız olduklarına şahitlik ediyoruz, sizde bizim şahitliğimize katılır mısınız? Şahit misiniz onların Kur’anın manasına âşık, vakıf ve hafız olduklarına? Allah’ım sen de şahitliğimizi kabul et. Amin. Sizlerde böyle bir güne tanıklık ettiğiniz için, sizlere de Kur’an ve sünnet şahitliğin de bir yaşam dileriz.
Peygamberimiz asm buyurur ki; “Allah ömrünü ibadet içinde geçiren genci arşın gölgesinde gölgelendirecektir.” O kızlar öyle bir ibadet yaptılar ki işte delil olarak Peygamberimizin sözü; “Rab Teâlâ şöyle buyuruyor: Kuran okumak, her kimi benden bir istekte bulunmasından alıkoyarsa ben, ona benden isteyenlere verdiğimden daha üstününü veririm.” (Tirmizi)
Onlar Kur’anı istediler, Allah da onlara dua edenlerin isteğini vermeden önce vereceğini vaat etti. Zaten onlara Kur’an anlam ve hafızlığı verildikten sonra geriye imrenilecek ne kaldı ki!
Abdullah İbni Mes'ûd (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yalnız şu iki kişiye gıpta edilmelidir: Biri, Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse, diğeri, Allah'ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse."
Güzel insanların, güzel dostları!
Kur’an okumak için bir Mushaf’a ihtiyaç var, bir rahleye ihtiyaç var, abdeste ihtiyaç var, belki bir de seccadeye ihtiyaç var. Fakat bu kızların kalpleri Kur’anın rahlesi olmuş, dilleri seccadesi, akılları mushafı, abdestleri hayat çeşmeleri olmuş yürekten gerçek bir okuryazar olmuşlardır. Onların kıymetini tartacak dünya terazisi ve değerini biçecek dünya parası yoktur. Onların ve ailelerinin tacını kıyamet günü inşallah melekler takacaklardır.
Onlar bebeklik beşiğinden çıkıp, vahyin kundağı olma yolunda ki adımlarını kendi başlarına atabilecek olgunluğa erişmişledir. Onlara büyük sorumluluklar düşmektedirler. Bizler sadece dualarına talipken, gelecek nesilleri ve eğitimlerini onlara emanet etmenin huzuru ve şükrü içindeyiz elhamdülillah.
Unutmasınlar ki Kur’anın verdiği şeref, onu taşıma sorumluluğunu hissettiğimiz sürece geçerlidir. İnsan kitap rafı değildir ki sadece harfleri ve harekeleri ve ciltleri taşısın. Unutmayınız ki mana ve Salih amel sadece insana emanet edilmiştir. Diğer canlılar ise mana ve ameli idrak edemez fakat bizden daha kuvvetli olarak yük taşıyabilirler.
Öyleyse bizler Kur’an’a yük gözüyle bakıp da onun sadece lafzını taşıyan değil, sorumluluğunu paylaşanlar olmalıyız. Kur’an bizden “hakkıyla tilavet” isterken, gereğini idrak ederek okumamızı istemektedir. İnsanlardan Kur’anın ilk hafızı ve hakkıyla tilavet edeni Hz. Muhammed aleyhisselamı efendimizdir. Şimdi kızlarımızda bu yüce sünnette Resulün izi sıra bu müjdeye nail olmuşlardır. Velhamdulillah. Hepinize teşekkür ederiz. Selam ve dualarımızla. (Bu metin Mustafa Aydın tarafından Sezginle Kur’an Kursunda ki hafızların mezuniyet merasimi için kaleme alınmıştır)
KÜÇÜK HAFIZ KIZ’IN HİKÂYESİ
İlkokulu bitirip kursa gelmişti. Ailesi kendi isteğiyle geldiğini söylemişti. Kayıt için adını sorduğumda, hiç de çekinmeyen bir tavırla “Fatma” dedi ve ekledi, “Eğer hafızlık yaptırmazsanız kayıt olmak istemiyorum.” Böyle tehdit edercesine konuşması, onu yaşından daha büyük gösteriyordu. Tebessümle, “Korkmayın küçük hanım, siz isteyin, hafız da yaparız, hoca da…” O küçük gözlerinin içi parıldadı birden.
Annesi, “Hoca Hanım, kusuruma bakma hele sen, ille de hafız olacağım der de, başka bir şey demez. Bizim köyün hocasından duymuş, Peygamberimiz (a.s.m.), hafız olanlara Cennette taç giydirilecekmiş, demiş herhâlde. Siz bilirsiniz ya, köylü kafası biz de bu kadar duyduk anladık. Bu da çocuk işte. “
“Tabiî teyze, ne demek; keşke herkes sizin gibi duyduklarından etkilense de teslim olsa. Siz hiç merak etmeyin. Kızınız önce Allah’a, sonra bize emanet.” Kadıncağız elime yapıştı, öpecekken geri çektim, utandım. Tuttum ben onun elini öptüm. Gözleri yaşardı. “Hoca benim bu eller, gözler hep günahlı; asıl sizinkiler öpülmeye lâyık.”
“Estağfirullah teyze” dedim, “O ahirette belli olur.”
Bu konuşmadan sonra kaydını yaptığımda Fatma’nın Erzurumlu olduğunu öğrendim. Bir an düşündüm, “Küçük… Nasıl kalacak bu kadar uzaklarda.” Zaman ilerledikçe Fatma’nın edepli tavırları daha çok etkiledi beni. Azimliydi. Geceleri uykusunun arasında ayetleri sayıklar görüyordum çoğu kez. Böyle devam ederken, arada bir bana gelip soru soruyordu. Bir gün, “Hocam, hafız olmak için Kur’ân-ı Kerîm’i bitirmek mi lâzım?” diye sordu.
Ben de “Tabiî ki, hepsini ezberleyeceksin ki, hafız adını alasın” dedim. Bu cevabıma çok üzülmüş gibiydi. Bir şey demek istiyordu sanki. Teşekkür etti ve döndü arkasına gitti. Derslerimin arasında onlara Kur’ân ezberlemekle işin bitmeyeceğini, mutlaka içindekileri uygulamak gerektiğini anlatıyordum sürekli.
Bu arada Fatma ara sıra rahatsızlanıyor ve revirde yatıyordu. Bir gün dersini iki kez aksatınca sordum: “Ne oldu, yoksa anneni mi özledin?” “Hayır!” dedi. “Neden moralin bozuk? Çok da fazla hasta oluyorsun…” dedim. “Yanlış anlamayın, inanın ki, benim annemi özleyip gitmek istediğim yok. Burayı çok seviyorum. Allah’ımdan çok korkuyorum. Buraları terk edersem, bana ahirette hesabını sormaz mı?”
Bir şey diyemedim. Suçlu gibi hissettim kendimi. O küçük kalpte, bu ne imandı yâ Rabbi! Onu hayranlıkla izliyordum. Bir gün çok rahatsızlandı. Doktora götürdük. Birçok tahlillerden sonra arkadaşım olan doktor hanım, “Hoca Hanım, derhal bu talebeyi ailesinin yanına gönder” dedi. “Neden” diye sordum şaşkınlıkla. Bana, “Belki üzülecek hatta inanmayacaksın, ama bu talebe kanser…” Âdeta başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Sanki her tarafımı şefkat sarmıştı. Hastaneden ayrılırken Fatma’ya hiçbir şey diyemedim. O ise anlamış gibi bana sorular sorup, dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu. Kulağıma eğilerek, “Hocam, Azrail insanların canını alırken nasıldır?” diye sordu.
Ağlamamak için kendimi zor tuttum. “Güzel bir surette görünür mü’min kullarına” dedim. Sevindi, “Belki hafız olamam, ama Elhamdülillah mü’minim!” dedi. Şimdi anlamıştım bana önceden sormuş olduğu sorunun anlamını. Hafız olmak için Kur’ân’ı bitirmek gerek dediğimde neden üzüldüğünü şimdi anlamıştım.
Birkaç gün sonra eşyalarını hazırlamaya başladık. Çünkü dayanılmaz acılar içinde olduğunu görüyorduk. Evine gitmesi gerekiyordu. Ailesi geldi. Fatma yanıma gelerek, “Bana kızmadınız değil mi? Eğer söyleseydim belki beni kursa almazdınız…” “Ne demek, nasıl kızarım sana?” dedim. “Hem sonra sakın üzülme hafızlığımı bitiremedim diye. Bu yola girdin ya, Rabbim seni hafızlar zümresine yazmıştır inşaallah.” Öyle sevindi ki, sarıldı boynuma, “Gerçekten ben şimdi hafız sayılabilir miyim? Anne bak, duydun değil mi?”
Yâ Rabbi bu ne aşktı! Rabbimin hikmeti tecelli etse de, iyi olsaydı şu Fatma, ne güzel bir kul olurdu! Böylece Fatma’yı gözyaşları içinde Erzurum’a uğurladık. Çok geçmedi. Bir-iki hafta sonra ailesi, ağırlaştı haberini verdi. Bu bir iki hafta içinde ondan iki mektup almıştım. Bana hep hafızlık tacını merak ettiğini, rüyalarına bile girdiğini yazıyordu.
Bir gün sabah namazından sonra telefon çaldı. Fatma’nın annesiydi karşımdaki ses. Ağlamaktaydı, “Hoca Hanım, Fatma’yı uğurladık. Rica etsem bir hatim okur musunuz?” deyince, ben de dayanamadım ağlamaya başladım. Annesi beni teselli edercesine telefonu kapatmadan, “Size ölmeden önce şunu söylememi istedi” dedi hıçkırarak. “Anneciğim, hocama söyle, Azrail onun bahsettiğinden de güzelmiş.”
Ey Rabbim, senin kelâmın için yanıp tutuşan, yoluna yapışıp kelâmına sımsıkı sarılan kulunu, Sen son nefesinde yalnız bırakır mısın hiç?”
(Bu hikâyeyi bir kitapta okudum ve internetten alıntıdır.)