Bektaşi ereni gitmiş müfti efendiye, demiş Ramazan ne zaman? Müfti efendi demiş ki yarın. Sen bunu bir yazsana hele bana, ben unuturum demiş Bektaşi. Müfti efendi de eliyle bir kağıda yazıvermiş. Bektaşi yazıyı sarığından çıkarır her sabah bakarmış, yarınmış mübarek, der yazıyı yerine koyarmış. Yemeye içmeye devam tabii. Bayram gelince ne demiş peki? Hay mübarek bu sene de gelmesiyle gitmesi bir oldu, doyamadık vallahi. Türkiye biraz da Bektaşi ereni gibidir. Hep yarın der, sonra da ertelediklerine hasret duyar. Demokratikleşmede de böyledir, dindarlaşmada da. Her yaz elifbadan Kur’an’a geçer seneye baştan başlar, her on yılda bir de çeşitli vesilelerle anayasa yapmaya kalkar, erteler de erteler, uzatır da uzatır, unutur da unutur.

Bu sene de çocukluğumdaki Ramazanlara benzer bir Ramazan daha geldi, sıcak, nemli, uzun günleriyle. Fırından sıcak pideyi eve alıyor gibi alır, afiyetle ve tabii gizliden yer, fırıncı aldın ya sen pideyi, bu ne diyecek diye de çocukça korkar, başka bir fırından da iftar için pideleri alır, sanki açlıktan ölecekmişti edasıyla da orucumu açardım. Muhtemel ki içine gül yaprakları bastırılmış şişelerin pencereleri önünde sıra sıra dizildiği bir Adapazarı evinin bahçesinde, muhtemel ki asma dalları altında. Orhan Cami ve çevresi düzenlenecekmiş. Güller dikilecek midir acaba? Asma? Yoksa lahanaya benzer yeni çiçeklerden mi? Güvenmiyorum belediyeye, başkanına, görevlisine. Haksız mıyım? Uzunçarşı’da ne yaptıkları ortada. Buraya da andezit döşeyecekler inatla, ne akrabalıkları ne yakınlıkları ne ortak yanları varsa andezitle… Orhan Cami şadırvanı yer kaplamasın diye midir, park olacak ya ortalık, gelen geçen hımkıra hümküre abdest alanları görmesin, görüntü kirliliği olmasın diye midir, yer altına alınacakmış. Bir dahaki kentsel dönüşümde de minareleri havuç gibi yerin altına doğru uzatmalarını bekliyorum. Yaparlar. Çünkü hesap verme zahmetine katlanmadıkları ortadadır, şehrin ortasına yaptıkları fenalığı köylerden aldıkları oyla da kapatıverirler, şehrin ortasındaki de zaten şadırvanı falan unutur, yeni anayasa lafını duyunca. Neresi doğru ki bu devenin boynunu anlatayım? Uç deyince deveyim der bunlar, yük taşı deyince kuşum. Ülkenin geleceğinden söz açın duble yolları anlatırlar size, orta hasarlı binaları sorunca da demokratikleşmeyi. Her şeyde bir sahtelik, bir yalan, bir menfaatine uygun konuşlanma. Rahmetli Selahaddin Şimşek, “Bunların Avrupalılığı Adapazarı’nın asfaltı gibidir, azıcık aşındı mı altından dedelerinin Arnavut kaldırımı görünüverir” derdi. Bunların, yani bizim, yani Bektaşi haleti ruhiyesinden bir türlü çıkamayan Türkiye’nin hangi asfaltı var ki bu teşbihe uymasın.

Cumhuriyetin “Ne mutlu Türküm diyene” ibaresini kaç kişi “Ne mutsuzluk Kürdüm diyene” diye anlamıştı? Yahut o vakit “Ne mutlu Kürdüm diyene” demek kaç kişinin aklından geçerdi? Eski Batı için aslında yenisi için de Türk demek, İslam demekti. (“Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar...” Cemil Meriç. Bu Ülke.) İslam demek, “İslam Milleti” demekti ve “Millet” demek de bugün olduğu gibi “Irk” anlamına gelmiyordu. “Küfür tek bir millettir” diyordu “İslam” aydınları, İslam “Ümmet”i. Attila İlhan gibi bu işlere çok kafa yormuş biri bile, Cumhuriyetin kazanımlarından biri zannetti “Ümmetten millete geçmek” kavramını. Görmedi, göremedi, gördüğünü tam anlamadı, anlatamadı. Maalesef “Millet” ile “Ulus”u aynı şey sanıyor, sayıyordu. Namık Kemal, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Yahya Kemal, bugün yaşasalar İslamcı mı olacaklardı, Türkçü mü? Abdülhamid-i Sani, çırağına “Aptal Türk” diye bağıran Arnavut bahçıvana, çalışma odasının penceresinden “Ben de Türküm” diye seslenmemiş miydi? Anlam kayması tahminimizden çok daha fazla zararlı ve tehlikeli. “Önce kelimelerde anlaşalım beyler!” diyen filozof ne kadar haklıymış. Eskiden “üç kıta” vatandı. Yarım yamalak vatan idrakimiz. Osmanlı Devleti'ni kurtarmak için bir vatan ideolojisi gerekliydi, 1860'larda "Yeni Osmanlılar" vardı ama "Vatan"ın toprağa ek olarak, toprak üzerinde yaşayanları da içine alması için Namık Kemal’i bekledik. “1908 İh­tilali teorisyenlerinden Ahmet Rıza Bey'e göre, Osmanlı ordusunun amacı artık fetih peşinde koşmak değil, İmparatorluğun par­çalanmasını engellemektir. Bunun için de "gaza" fikrinin yerine "vatanseverliği" ge­çirmek gerekmekleydi.” Ziya Gökalp için vatan top­rakları bütün Turan'ı kapsıyordu. Sait Halim Paşa "Vatan" dedi mi, “Şeriat” uygulanan ülkeleri kas­tediyordu. “Millet” denilince Osmanlı “İnanç” anlıyordu, biz “Ulus”. Atatürk “Ne mutlu Türk’üm diyene” derken ne mutlu bir millete diyordu, ortak inançları kastediyordu. Diyelim ben uyduruyorum, muhatabı öyle anlamak zorundaydı. Başka türlü anlayamazdı.

Sakarya. Hala tam bir muamma. Ne için ayağa kalkacak, ayağa kalkarsa kimin karşısına dikilecek? Mesele burada. Ramazan geldi madem bayram yakındır. Bu sene Ramazan Bayramıyla 30 Ağustos Zafer Bayramı aynı gün. Bektaşidir mektaşidir ama Türkiye de, Türkler de iki şeyin kıymetini çok iyi bilirler, inanç ve vatan. Şimdiden kutlarım bayramlarınızı.