Arkadaşımın cenaze namazından çıkmıştım. Tanımadığın biri olsa bile kasvet çöker ya insanın ruhuna, eğer tanıdıksa tabutun içindeki, kasvet iki katına çıkarmış yeni anladım…
Ben mezarlıklardan ya koşarak ya da gaza basarak uzaklaşırdım. Kaçamıyorsun ama… Anne babaların çocuğunu yurda emanet etmesi gibi,önce tanıdıklarını bırakıyorsun toprağa… Vakti gelince sen aynı yere hiç dönmemek üzere gidiyorsun…
Arabayı sakin bir parka çektim. Sessizlik istiyordum. Tenhadaki bir banka oturdum. Kendimi dinlemem lazımdı. Ölümden dönmesem bile hayatımı film şeridinde görmek istiyordum. İnsan ölümü görünce, hayatın kıymetini anlıyormuş.  Ben kıymetini anlamak bir yana hatalarımı, yanlışlarımı düşünmeye başlamanın zamanının geldiğini hissettim.
İnsanız tabi, yaptığımız hatalardan daha çok bize yapılanlar hemen zihnimizde belirir, oradan dile düşer… Bende yaşadıklarımı düşündüm. Ne çok üzülmüştüm. Yokuştan inerken kaç kare “çocuk elim” bırakılmıştır kim bilir?Duygusallığın tavan yapması mıydı bu düşünceler? Ölümün yüzünü göstermesi mi sebep, şu anki ruh halime?
“Ah Yavuz ah!” Cahit Sıtkı Tarancı’nın deyimiyle daha yolun yarısına bile gelmemiştin be! Ölmenin sırası mı mıydı şimdi? Sen soktun gel sen çıkar beni bunalımdan…
İşin doğrusu çok da sevmezdim seni. Çok yalan söylemişimdir, çok kırmışımdır kalbini. Ben hakkımı helal ettim de sen de ettin mi ki? Hayat çok kısa ne yalana değer ne kalp kırmaya… Bu dakikadan itibaren hiçbiri hayatımda olmayacak bir daha… Sana söz”…
Bu düşünceler zihnimden geçerken yaşlı bir amca yanıma oturdu. İçimden kızmıştım “sanki başka yer yoktu” diye… Yalnızlığım ile hayatın manasını arıyordum. Boş olduğunu, hiçbir şeye değmeyeceğini kavramıştım. Ama dertler ve arkadaşımın cenazesini suratımı aşmıştı işte…
Verdiğim söz aklıma geldi birden bire ve amcayı memnun etmek için nasılsın amca diye soracaktım ve hemen cevabı aldıktan sonra banktan kalkacaktım… Ama bey amca “nasıl olayım be evladım” diyerek eline aldı sazı ve bırakmadı. Rahmetli karısından, kızından, oğlundan, damadından gelinden sağlığından, şikâyet etmeye başladı. Anlattıkça anlattı…
Ben ise “vah vah”, “öyle mi” gibi nidaları araya sıkıştırmaktan başka hiç konuşamadım. Pişman olmuştum açıkçası. Sinirlenmiştim ama belli etmemeye çalışıyordum ki amca sezinlemiş olsa gerek “gusuragalma evlat hep ben gonuştum, anlat sen nasılsın ne yapar ne edersin buralarda biraz da ben dinleyem” dedi.
O an kendime hâkim olamadım ve amcayı hafif iğnelemek için ve yalnız kalmak istediğimi belli etmek için yalan söyledim. “Ben şairim amca ve şuan ki durumumu anlatan şiirim var dedim. “Eyiii! De de dinleyelim bizde” dedi amca…
Ben de, şiirlerini çok beğendiğim “Talha Cavga’dan”,  “Bazen Şiirini” ezberimden okumaya başladım:
“Ağlamak istiyorum bebek misali,/ Derdim yok ki belirli,/ Ne karnım aç ne de altım kirli,/ Sevgi dolu kucağın huzuruna muhtacım… Yağmurda, seri adımlarla yürüyesim var,/ Fuzuli gelir bana, seyirlik manzara,/ Çamurlanmaz belki ama/ Akıttığım zehirle kirlenecek, geçtiğim bulvar… Bülbülleri kovup kafese giresim var,/ Yemim ve suyum bana yeter,/ Çok başım ağrıyor ama/ Daha kendimle hesabım var”…
Amca şiiri dinledikten sonra “bülbül ben oluyorum zağar.Sagolasın evlat sayende bülbül de olduk” dedi ve hızla kalkıp uzaklaşmaya başladı…
Amcanın arkasından bakarken vefat eden arkadaşıma, gıyaben verdiğim söz geldi aklıma. Daha bir saat olmamıştı ki ben hem yalan söylemiş hem de kalp kırmıştım. Kendime serzenişte bulunarak acı bir gülümsemeyle “oğlum “sözün bittiği yerdesin” tebrikler” dedim…
(Yukarıda yazan hikâye ve içindeki kişilerin (Talha Cavga hariç) gerçekle ilgisi yoktur tamamen benim hayal ürünümdür)