“Değmez, bu yangın yeri, avuç açmaya değmez / Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini / Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz… Değil mi ki ayaklar altında insan onuru / O kızoğlan kız erdem, dağlara kaldırılmış / Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru / Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş… Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın / Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene / Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın / Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e…”
Saklamak gereksiz. Kubbe yükseldikçe basınç artıyor, kubbe genişledikçe içimiz daralıyor. Daralmışız. Mahkumuz. Mırıldandığımız duaların anlamını unutalı bin yıl olmuş. Dileklerimizin ışığı yüzümüzü aydınlatmıyor. Karanlıktayız. Kaçak göçmen karanlığı, havasızlığı, çaresizliği içindeyiz. “Nuh’un Gemisi” değil bu. Güvertede değiliz. Kabullenemiyoruz. Kavga burada. Hırçınlığımız bundan.
Belgesel kanalları kurmayı, “mükevvenatın nasıl işlediğini” araştırmayı “ilahi olana karşı olmak” diye algıladıkça, “gavur”ların çektiği belgesellere dublaj sırasında "İşte Allah’ın hikmeti" nevinden ve bedava tarafından ilim ve hikmet cümleleri ekledikçe, farkında değiliz ki, uhrevi olanla aramızdaki “bağ” zayıflıyor. (Telif hakkı da bir “hak” çünkü ve “hırsızlama”nın “hak namına” yapılması acı gerçeği değiştirmiyor!) Uhrevi olana dair “dünya”nın çilesini çekmeden “ukba”daki karşılığına talip olmanın “feci dünyevileşme”siyle karşı karşıyayız. Güya ahiret adına dünyayı küçümserken, ahiretimizi büyülttüğümüzü zannederken, dünyamızı küçültüyoruz. Hicret etmeyen, kaçan, dünyanın en feci yerine doğru yola çıkan mazlumlarız, kaçak göçmenleriz, dilsiziz, mutsuzuz, mesleksiziz. Birlikte ve yalnızız. İçimizde bir aydınlık, bir ferahlık kalmamış. Dışarısı yabancı. Bu dünya bizim değil. Uğruna her şeyi feda ettiğimiz dünya tarafından çok da sevilmiyoruz. Neden?
(Neden? Bu soru ölümcüldür. En azından sakat bırakır. “Nasıl” sorusunu çok sorarsan mucit olursun. “Neden” deyip duruyorsan, delirirsin. “Neden” biraz da depresiftir. Bilim belki de bu yüzden diğerini, “nasıl”ı seçer. Din nedense(!) “neden” demeyi. Bilim “nasıl”ların peşinden gider, din “neden”lerin, diye kafa menüsküsü yapan bir dogma da var ayrıca. Sahi, kim demiş “dinsiz bilimin soruları”nın aslında “dindarların sormakla yükümlü olduğu” sorular olmadığını? Engin Ardıç’ın solcuları aşağılamak için gerçeği çarpıttığı yazılarını okumaktan sıkılmayan Engin Gündoğar’a not: Hatırlıyor musun ortaokul öğrencilerine bilgi yarışması soruları hazırladığın günleri? Zafer’in “Bilim” değil “İlim” araştırma dergisi olduğu günleri? Ne oldu? “İlim” yetmedi değil mi IPhone icat etmeye? “Risale” okumanın siyasileşmekten korumaya yetmediği gibi.)
Çünkü yanılmışız, kandırılmışız. Zengin çocuklarından biri dondurmasını beğenmeyip yere atarsa ya da şımarık bir cömertlikle yemekten bıktığı dondurmayı verirse, dondurma tadı nedir bileceğiz. Dilimizde hep zengin çocuklarının daha önce yalayıp yere attığı ya da yalamamız için külahını bize uzattığı dondurmanın tadı. Kendimize ait hangi fikir, hangi düşünce, hangi soru? (“Akletmezler mi” diyor Kur’an. Birimiz bir ayet mi andı, diğerimiz başka bir ayetle cevap veriyor. Öyle alıştırılmışız? Bağlam nedir? Alaka nedir? Gerek nedir? Rahmetli Selahaddin Şimşek, “Herkes Kur’an’dan antolojiler yapmanın derdinde.” diyordu. “İşimize gelen ayeti alırız, olur biter sanıyoruz.” YeniAda Gazetesi’ni çıkarırken, bir köşe yazarım “Kitap yüklü merkepler” ayetiyle hakaret etmeye kalkmıştı bana, aynı gazetede yazacağı daha ilk yazısında. O ayetin bir Müslüman için kullanılamayacağını, “Kitab”a inandığını söyleyen birine artık “kitab”ı inkar eden Yahudi’ye söylenenin “söylen(e)meyeceğini bilmiyordu. Bizim okumadıklarımızı okumanın ya da bilmediklerimizi bilmenin bir suç sayılamayacağını, o ayetin “okumuşsun ama adam olamamışsın” anlamına gelmediğini bilmiyordu. Bir Müslümanı yargılıyordu, bir ayetle. O yargının, eleştiri değil iftira içermesini fark etmiyordu, bundan korkmuyordu. Allah selamet(!) versin. Çok “alıntı” gördüm Kur’an’dan. “Birleştirmeni emrettiğimiz şeyi ayırma” ayetini seçen kimseye rastlamadım ama. Açıklamasını da bulamadım meallerde. Mesela insan ve tabiat, inanç ve şüphe, mal ve cömertlik, sağlık ve şükür, güç ve ahlak olabilir mi? Benim bulabileceğim kadar basit olabilir mi bu kadar “sade” bir ayetin anlatmak istediği? Peki, ne olabilir?)
Neden böyleyiz? Kimse kafasını kaldırıp kubbedeki yazıları okumak istemiyor. Kafalarımızı “yukarı”ya kaldırmayı akletmiyoruz. Kimse gözlerini bir “kıyam” süresi kadar, bir “rüku” müddeti kadar, bir “teşehhüd” miktarı olsun “secde yeri”ne, yani kendine, yani dünyaya “mıh”layamıyor. Mesleğine, çocuğuna, ağaca, kuşa, yıldıza da bakamıyor. “Göğe” bakamayan “yere” de bakamıyor. “Arş”ı kurcalamayan “bakış” “arz”a da “nazar” edemiyor. Gözlerimizi kaçırıyoruz, “şey”lerden, “gizli”lerden, “açık”lardan, kendi gözlerimizden bile. “Neyşınıl coğrafik”çiler, “diskavıri çenıl”cılar kadar olamıyoruz. Peygamberlerin, filozofların, sanatçıların değil fahişelerin, katillerin ve hırsızların bile lanetlediği bir “dünya”yı seviyoruz.
En güzel mescit yeryüzüdür. O nedenledir ki, “dosdoğru kılmak” ve “dosdoğru yönelmek” şartıyla, yeryüzünün her yeri mescit kılınıyor insana. Daha yüksek, daha geniş, daha ferah, daha müzeyyen, daha muazzam ve arşa daha yakın bir kubbe yok diye. Yazıları yıldızlar olan bir kubbe! Hepimizin üzerinde duran. Hala kapanmamış olarak duran. Hala aynı kubbe olan kubbe!
Bandırmalı Ali, Tatlıcı Ali nam bir Nakşi ereni imiş. Geneleve gitmiş. Hem de Ramazan’da. Demiş ki, “Bize iftara gelin, ben araba göndereceğim size.” Kadınlar tanıyorlar, Bandırma’da muhallebici dükkanı var. O gün gelmiş, yıkanıp paklanmışlar, oruca niyetlenenleri olmuş hatta. İftardan sonra zarflara koyduğu epeyi de yüklü parayı, tek tek, “diş kirası” diye verip uğurlamış hepsini Tatlıcı Ali. “Allah yardımcınız olsun. Ramazan’da işiniz kesattır, gelen giden olmaz, bunu da benden sayın, bayramlık.” diyerek.
Madem “sandıklar”dan en çok kendi partisinin adı çıksın da “açılmamış sandık kalmasın” razıdır iktidar. Madem “seçilmek” ve “yönetmek” için “tapınılan” birer put gibi görmektedir “demokrasi”yi muhalefet. Madem neyi seçeceğini akılla, izanla, vicdanla değil de “tarafgirlik”le seçmektedir “kararlı”lar. Madem ekmek parasından, sömürülmekten, kandırılmaktan daha önemlidir bu halk için “ideoloji.” Madem hakperestlikten öndedir amblem, cemaat, parti, slogan. Madem sayısı durmadan artan kocaman bir yığındır, şaşkın, çaresiz, “kararsız”lar. O zaman tam sırasıdır, Tatlıcı Ali’lerin “ahlak”ının “muktedir” olduğu bir dünyada “seçmek” ne kadar kolay olurdu diye düşünmenin. “Seçkin ama seçilmemiş”lerden olmak mı, “Seçkin değil ama seçilmiş” olmak mı istersiniz? sorusuna doğru cevabı ver(e)meyenleri alkışladıkça, onları “menfaat icabı” vekil “tayin” ettikçe iki dünyada da rahat yoktur “seçmen”e.
Elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin. Sadece “yanlış kıldığımız” namazlar için değil “yanlış anladığımız” ve “yanlış yaşadığımız” hayatlar için de “Sehiv Secdesi” gerekmiyor mu?
Baştaki şiiri ben yazmadım. Şekspir yazmış. Can Yücel’in çevirisi, okuduğunuz. Google’a “66. Sone” yazınca Kenan Işık’ın sesinden dinlemek de mümkün. Arada bir iyi şiirler okumak insanı genç tutar. Gençlerin 19 Mayıs’ını kutlarım.