Sadece... 

Sade... 

İnsan gibi... 

Yaşamış gibi, yaşıyor gibi, ölmemiş gibi... 

Hayatı ve ölümü öğreten, ölmeden önce ölen, öldükten sonra ölmeyen Peygamber... 

Emrettikleri, emir altındaymış gibi hissetmediler... Sevdikleri, borçlanmış gibi hissetmediler... Kimi yendiyse, yenilmiş gibi değil, kazanmış gibi hissetti... Kime emrettiyse, emir almış gibi değil, paylaşmış gibi hissetti...

Parmaklarından sular akarmış... Yumuşak elleri vardı, muhakkak. Sadece dostluklara, yardımlara, kurtarmaya uzanmış... Bir yudum suyu, şükranla, ırmaklar içer gibi içtiğinden... Sular, parmaklarından akmak istediler. 

Yürüyünce, dağlar yürürmüş... Kararlı adımları vardı, muhakkak. Sadece, yoksullara, yalnızlara, terkedilmişlere yönelmiş... Koca bir dağı, arkadaşları yaslansın diye sırtına yüklendiğinden... Dağlar, sıra sıra yanında durmak istediler. 

Başında bulutlar beklermiş... Açık bir alnı vardı, muhakkak. Sadece, pınarlara, mezarlara, çocuklara eğilmiş... Yeryüzüne secde için eğildiğinden ve başka da eğilmediğinden... Bulutlar, saçlarına karışmak istediler. 

Gökyüzüne gitmişti... Yeryüzünde gitmedik yer bırakmadığından. Hicret etmediği Medine, fethetmediği Mekke kalmadığından. Hicreti ve fethi birleştirip Kudüs yaptığından. Yerini bildiğinden, yeryüzüne neden gönderildiğini bildiğinden, öz yerine gitmişti. Senin yerine, benim yerime, yeryüzü yerine, gökyüzüne gitmişti. 

İyiliğin anlaşılmadığı her yerde, doğruya karşı durulan her yerde, O var. İnsanlar, iyiliği hep O’ndan umduğundan... Doğruluğu başkasından beklemediğinden biraz da... O’ndan başkasına yakıştıramamaktan güzelliği... O’ndan başkasında kıskandığından... 

Ve yine, nerede bir iyilik, bir doğru benimsendiyse, O’na saygıdan... O’ndan emanet bilindiğinden, ne yücelik varsa... O’ndan öğrendiğimizden, her şeyi sahibinden, Rabbinden bilmeyi... O’na vermeyi, duayı, teşekkürü... O’na dair her şeyi, O’na ait kılmayı... 

Kabullerimizde ve redlerimizde O var... 

O’na çölden kelimelerle yaklaştılar... 

Kumdan kelimelerle... 

Kızgın kelimelerle... 

Bir seraptan söz eder gibi söz ettiler O’ndan... Bir insandan söz eder gibi söz etmediler... 

Saygı, sevmeyi perdeledi... 

Sevgi, hürmeti örseledi... 

Alnında kabaran o ahlak damarını görmedik bazen, zulme rıza gösterdik... Göğsünde tüten o aşk buhurunu unuttuk bazen, zulmettik... Kılıcının kalbine ne kadar yakın durduğunu bilmedik bazen, kılıcını kın diye kendi kalbine yerleştirdiğini görmedik... Kan dökülmesin diye, göz yaşı dökülmesin diye, kanından ve göz yaşından damladığını fark etmedik... 

O’nun gibi olmayı, olmayan bir resimdeki gibi olmak zannettik bazen... 

Sorular sormayan... Üzülmeyen... Yetim kalmayan... Aşık olmayan... Açlık çekmeyen... Yurdundan sürgün edilmeyen... Arkadaşının kabri başında ağlamayan... Geçim derdi nedir bilmeyen... Felaketler yaşamamış... Yorulmayan... İhtiyarlamayan... Kırılmayan... Uyumayan... Evi, eşi, çocukları, damadı, torunları, akrabaları, akranları, dostları yokmuş gibi... Duyguları yokmuş gibi... 

Giyinip kuşandığını... Parlak saçlarını taradığını, saçlarına sürmek için özel bir yağ hazırladığını... Kırmızı giydiğini, siyah giydiğini... Bir hasırda uyuduğunu... Arkadaşlarını ziyaret ettiğini... Düşündüğünü... Hz. Hatice ölene kadar onunla ve tek eşli olarak yaşadığını... Evinde ne zaman yemek pişse, mutlaka, vefat eden ilk eşinin arkadaşlarına gönderdiğini... Ölen oğlunu kendi elleriyle defnettiğini... Krallara, Allah adına mektuplar yazdığını... Sirke sevdiğini... Güzel kokular sevdiğini... Çocuklarla oynadığını... Amcası Ebu Talip aklına geldikçe belki hüzünlendiğini... Anne ve babasının O’nun peygamberliğini görmediğini... Eşini omzuna alıp pencereden kapısının önündeki düğünü seyrettirdiğini, yeter mi diye sorduğunu, eşinin, hayır yetmez demesine kızmadığını... Hasta olduklarında eşlerinin saçlarını okşadığını... Çok ibadet eden arkadaşına, evine git, eşinin ve çocuklarının sende hakları var dediğini... Üçüncü akşam, kural olarak algılanmasın diye teravih kılmaya mescide gelmediğini... Halasının ve bir şairin altına hırkasını serdiğini... Ne zaman bir cenaze görse, bir Yahudiye ait olsa bile, ayağa kalktığını... Güzel konuştuğunu... Kime döndüyse bütün cephesiyle döndüğünü... Alay etmediğini, kahkahayla gülmediğini, esnerken ağzını kapadığını, çok ince ve kibar olduğunu... En son dişlerini, temiz dişlerini temizlediğini... Bir atı olduğunu, onu çok sevdiğini... Hz. Bilal’in ezanını dinlediğini... O’na kol kanat geren Hz. Hamza’nın şehit edildiğine şahit olduğunu... Kabe’nin anahtarlarını Hz. Ali’den alıp, burayı o biliyor diye, yine eskiden kimdeyse ona verdiğini... Beni burada bekle dediği için akşama kadar kıpırdamadan orada, söz verenin gelmesini beklediğini, gelmese, gelinceye kadar bekleyeceğini... Güneşin doğuşunu ve batışını seyrettiğini... Yağmurda yürüdüğünü... Komşuları olduğunu... Anlattıklarının doğru anlaşılmadığını gördüğünü, kaybetmeyi gördüğünü, kazanmayı gördüğünü, dünyayı gördüğünü... Ve can verdiğini... Düşündük mü? 

Kimdi? 

Hep yeşil denizler aklıma geldi benim... Simsiyah atların, kıyılarına haberini taşıdığı uzak ülkelerin denizleri... Nemli gözleri geldi aklıma ceylanların... Yaş hurma dallarının tazeliği... Bir dili konuştuğu geldi aklıma... Bütün dillerde ortak kelimeleri olan bir dil... Sıcak ekmekler gibi, gülümsemekler gibi, sarılıp alnından öpmekler gibi... 

Okulların bahçelerinde koşuşan çocuklarımızın üzerinde gözleri var... Düştüklerinde dizlerini ilk ovan... Korktuklarında, korkularını kovan... Kalemlerinde, kağıtlarında... Uykularında meleklerin yüzdüğü... Bahardan sandığımız sevinçlerde, uzun elbisesinin eteklerinden bir rüzgar... Durup dururken üzülmekliğimizde, içten içe konuşan bir ses var... Bir yerlerde kim bilir kimlerin gönlünün kırıldığını, kim bilir hangi hakikatin boynu bükük bırakıldığını söyleyen... 

Duymadığımız... Hayır, içimizde uğuldayan, durmadan çağıldayan, yüreğimiz burkula burkula duyduğumuz. 

Şiirlerimiz vardı... Arayıp bulduğumuz... Ezberlediğimiz... Şarkılar dinledik, söyledik... İnsanları sevdik... Eşlerimiz, çocuklarımız oldular... Odaları yetsin, sofraları yetsin diye canhıraş çabalarla didindiğimiz evlerimiz oldu... İnsanları değerli bulduk, güvenilir bulduk, can özünden hediyeler verdik... Zaman verdik, emek verdik dünyaya, dünyamıza... 

Dünya içinde bir yer aradık, bir yere varmaya gelmiş gibi... 

Dünya içinde, dünyamızın sığacağı bir yer varmış gibi. 

Şiirlerimizi eskitti Allah. Şarkılarımızı acılaştırdı... İnsanları yabancılaştırdı... Zamanımızı böldü, dağıttı, emeğimizi, bilgimizi yıprattı, mesafeleri sildi Allah... 

Allah, Allahla aramızda ne varsa kaldırdı... Yerine Peygamberi koydu... Sadece Peygamberi bıraktı... 

Peygamberden başka biri olmadığından. Peygamberden başka birine gerek olmadığından. Peygamberden başka bir gerçek olmadığından.