Ozanlardayız; Akademiliyiz Biz!
1978 Ağustosu; ‘kazandın’ müjdesini alır almaz soluğu Adapazarı’nda aldık. O zaman adı ‘Akademi’. Şehrin kuzeyinde Ozanlar mahallesinde Karaağaçdibi’nden Karakamış’a giden Eski Kandıra Caddesi üzerinde halk arasında ‘Akademi’ olarak tabir edilen okula kayıt yaptırttık. Kısa adı SDMMA, açılımı Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi’ydi. 1970 senesinde öğrenime başlayan okulumuz üç bölümden oluşuyordu: Makine, İnşaat, İşletme mühendisliği.
Bizim Akademi, 1981 yılında İTÜ’ye bağlı ‘Sakarya Mühendislik Fakültesi’ statüsüne kavuşacak, bizim İşletme bölümü de ‘Endüstri Mühendisliği’ne dönüşecekti.
Ve nihayet beklenen gün geldi, eylül sonlarında bir pazartesi günü okulumuz açıldı.
Ozanlar günlerimiz böylece başlamış oldu: Akademiliydik artık!
İlk Günün Gerginliğiyle Karar Verdim: Okulu Bırakıyorum.
Yıllar sonra öğreneceğim sözün, bir Alman atasözünün hakikatini bütün çıplaklığıyla yaşayacaktım ilk gün: ‘Her başlangıç zordur!’ Gerçekten de öyleydi. Terörün her gün üç beş üniversite gencini yok ettiği günlerdi; başta ODTÜ ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi olmak üzere, Ankara ve İstanbul’daki birçok üniversite, daha açıldığı gün ‘öğrenci olayları’ – ki o zaman anarşi denirdi- anarşik olaylar nedeniyle süresiz kapanıyor, okullar, öğrenci yurtları bombalanıyordu.
Balıkesir’den adeta uçarak koşa koşa geldiğim okulumdaki ilk günümde çok gergindim; işin aslı gergin olan tek ben değil, bütün bir okul, üç bölümdeki tahminen altı yüz kadar mühendis adayı herkes gergindi. Hemen herkes birbirine ‘siyasal obje’ olarak bakıyor, ‘Grupçular’ hariç hiç kimse safını belli etmek istemiyordu.
Az çok siyasal bir yönü, bilinci olan Türk genciydim elbette ama ömrümde hiç kavga etmemiş, hiç olay yaşamamış toy biriydim. Üstelik babam ‘hiçbir gruba katılmayacağıma, hiçbir olaya karışmayacağıma dair benden ‘söz almış’, sözüm kavi olsun diye de ‘abdest aldırıp Kur’an’a el bastırmıştı.
Baktım baktım ilk gün, düşündüm, düşündüm, doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı. Ve kararımı verdim: Okulu bırakacaktım!
Sınıf Arkadaşım Saffet’in Yüzünden Okulu Bırakamıyorum
Sınıfımızdan biriyle tanıştım bahçede, adı Saffet’miş. Anarşik olaylar nedeniyle bir üniversite bırakmış, nispeten huzurlu şehir diye Adapazarı’nı tercih etmiş, aslen Trabzonluymuş ama İstanbul’da oturuyormuş. Kolunun altında da Hürriyet gazetesi. Yani o günkü jargonla söylemek gerekirse ‘Lümpen gazetesi’. Zira o günlerde koltuğunuzun altında Cumhuriyet varsa ‘ben sosyalistim’, Hergün varsa ‘ben Ülkücüyüm’, Yenidevir varsa ‘ben İslâmcıyım’ demiş oluyordunuz, siyasî görüşünüzü alenen deklare ediyordunuz!
Saffet Hürriyet getirmekle ‘ben kavgadan yana değilim’ demiş oluyordu o günün kabullerine göre.
Saffet’le sohbet edince beş on dakika; okulu bırakmayı ertesi güne erteledim. ‘Bugün akşam olsun da yarın bırakayım bari’ diye geçirdim içimden.
Bir daha da mezun olmadan bırakamadım: Anladım ki ‘bırakma işi’ yarına bırakılmaması geren ciddi bir iştir!
İki Lakabım Var Artık: ‘46’ ve ‘Filozof’
Derken dersler başladı. 75 kişilik bir sınıfımız var. 1 numara Konyalı Ali Uyanık, şair, boksör. Cüneyt Arkın’ın ‘Tek Başına’ filminden çıkıp gelmiş gibi. Liderlik vasıfları olan bir arkadaş. Benim numaram 46. Puanlarımıza göre sıralanmış numaralarımız. Ani çıkışlarım, ömür boyu sürecek olan ‘farklılıklarım’ 46 numara ile ‘özdeşleşmeme’ neden oluyor; hatta bir süre sonra sınıfta adımdan soyadımdan çok numaramla çağrılmaya başlıyorum: ‘46 Fahri’
Zamanla başka lakaplarım da oluşuyor: Çok kitap okumam ve hemen her şeye felsefî bir açıklama getirme gayretlerim nedeniyle ‘filozof’ lakabı veriliyor arkadaşlarım tarafından.
Hababam Sınıfı mı, Endüstri mi?
Kısa süre sonra fark ediyoruz ki, zaten bizim Endüstri tam bir ‘Hababam Sınıfı’; sınıfımızın iki ‘baba’sı var: Zeki Balçın ve Adnan Yıldız! ‘Kaptan Gürsel’ (Kaya), Çingene Tayfun (Ünal), Boksör Yusuf (Karaosmanoğlu), Bacanak Erdinç (Soysal), Saksafon Ceyhun Suluöz, Jon Trovolta Necdet (Çetin), James Bond Mustafa (Türengül), Kemal Sunal Mahmut (Ekşi), Cemel Sıtkı (Gürdrama), Profesör Orhan (Torkul)…
Şimdi hâlâ var mıdır bilemem ama bizim zamanımızda dersten çıktığımızda öğle yemeği kuyrukları meşhurdu; anarşiye, siyasal gerginliklere rağmen neredeyse sınıfımızda hiçbir problem yoktu; dostluk kardeşlik arkadaşlık ön plandaydı. Diğer sınıfların en nefret ettiği sınıf da bizdik; nedeni mi? Çünkü kuyrukta bizden bir kişi olmasın, birkaç dakika içinde ‘kaynak üstüne kaynak’ yaparak çekirge sürüsü gibi çoğalıveriyorduk. Adımız ‘Kaynak Sınıf’a çıktığı gibi ‘Nefret Sınıf’a da çıkmıştı.
“Gümüş Yüzük’le Gelen Sulu Yemek!
Baba Adnan anlatıyor: ‘Öğle yemeğine kuyruğa giriyoruz, camekânın altından bize kuru yemek uzatılıyor. Bir şey dikkatimizi çekti, asistanlar da geliyor, alttan tık tık vuruyor, elinde gümüş yüzük var, içerideki aşçı gümüş yüzüğünden onun asistan olduğunu anlıyor, bol kepçe sulu yemek veriyor. İşi çözdük, hemen gidip gümüş yüzükler aldık biz de, tam bankonun önünde geldik mi, tık tık, elimizdeki gümüş yüzükleri gören aşçılar da alttan sulu yemeği uzatıyor bize. Sizin anlayacağınız ‘gümüş yüzükler sayesinde’ çok kere bol kepçe sulu yemekler yedik, Allah affetsin!’
Köpek Dili
Jon Trovolta Necdet (Çetin) anlatıyor: ‘Birinci sınıftayken bir gün dersteyiz, anarşinin yoğun olduğu günler, koridordan kavga gürültü sesleri geliyor, hepimiz merak ediyoruz ama hoca izin vermiyor, çekiniyoruz da. Bizim Fahri Tuna ‘tutmayın beni, çıkacağım ben’ dedi çıktı kapıdan, çıkmasıyla girmesi bir oldu, bir baktık ki ceketinin yakası yırtılmış, köpek dili sallanıyor dışarıda!’
Necdet doğru hatırlıyordu; olayın aslı şöyle: Ömrümce geç kaldığım gibi derse beş on dakika geç kalmıştım. Merdivenleri çıkıp tam bizim sınıfın kapısına gelmiştim ki koridorun diğer başında siyasî kavga çıktı, bir üst sınıf ağbilerimiz kavgaya tutuştular; onların kavgaya tutuştuğunu gören polisler de ellerindeki coplarla kavgacıları yakalamak üzere koşmaya başladı, önde ağbiler arkada polisler, bana doğru hızla kontrolsüzce koşan 8-10 kişilik bir grup; can havliyle koşan öğrenci ağbilerden biri sağ eliyle bana bir sarıldı, altus pultus yuvarlandık, kalktığımda onu göremedim, polisler arkada o önde merdivenlerden aşağıya iniyordu; sağ el parmaklarını ceketimin mendil cebini yırtmasın mı? Sınıfa girdiğimde gürültüyü patırtıyı duyan arkadaşlar merakla ve şaşkınlıkla bana bakıyorlardı: Baktım gözler bende değil ceketimin cebinde! Zira köpek dili gibi dışarıda sallanan bir ceket cebi. Ayakkabıcılar içinde örmeci birine giderek ördürmüştük ceket cebimizi.
İki Olmazsa Olmaz: İngilizce ve Kitap
İktisat dersimize dönemin en ünlü bilim adamlarının başında gelen Prof. Dr. Sabahattin Zaim geliyordu. İlk girdiği dersi ve söylediği/verdiği iki nasihati unutmam: O zamanlar 50’li yaşlarında hafif kırlaşmış -daha çok da dökülmüş- saçları olan, yumuşak, sevimli ama daha çok ciddi ve vakur yüz ifadesine sahip, dersi daha çok nasihat tonunda anlatan, ‘çocuklar’ kelimesini bol kullanan, sağ elinin işaret parmağını çok sık (dakikada bir mesela) bıyıklarına götürüp 3-4 kez kaşıyan bir tiki olan hocamızdı.
Sabahattin hocamızın, ilk derste kulağımıza küpe olan iki nasihati şuydu: ‘Mutlaka İngilizce öğrenmelisiniz, günde beş kelime ezberleyin yeter’, ‘her gün yatmadan önce mutlaka yarım saat kitap okuyun!’
Sabahattin Zaim’in Dört Asistanı
Daha otuzlu yaşlarına gelmemiş dört genç asistanıyla girmişti ilk derimize Prof. Dr. Sabahattin Zaim Hocamız; o dört temiz yüzlü genç asistanı daha tüm Türkiye tanıdı neredeyse, üçü profesör oldu, biri doçentlikte kaldı: Abdullah Gül, Sami Güçlü, İ. Mete Doğruer ve Salih Şimşek.
Sonraki yıllarda fark ettik tabii işin aslını. Her asistan sınıfımızdan beş öğrenciyi almış, bize kitaplar ve onlarla ilgili ödevler veriyorlar. Her ay bir kitabı okuyup, özetliyor, yazıp çiziyoruz, sonra da o asistana anlatıyoruz.
Bana ilk ödev olarak Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’si düştü. Düştüğüm asistan ise Sami Güçlü hocam. Hâlâ devam eden bir hoca-talebe ilişkimiz ta o günlerde başladı. 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar da, iki öğretim dönemi sürdü bu kitap ödevleri.
Bilim adamlığı, aksiyon adamlığı ve bilge kişiliğiyle sadece Türkiye’ye değil tüm İslâm âlemine damgasını vuran Sabahattin Zaim Hocamıza Allah’tan rahmet diliyoruz.