Haber sitelerinde araştırdığınız zaman görürsünüz ki birçok polis aile fertleri öldürmüştür. Bu öldürme diğer öldürme olaylarından daha vahimdir. Tabii polis de insandır diyeceğinizi biliyorum. Veya polisin vazifesi ağır, strese giriyor gibi sözlerde söyleyebiliyorsunuz.
İşin gerçeği silah ve insan unsuru üzerinde durmak gerektiğidir. Silahı aile fertlerine yöneltebilen bir insanı ruh ve akıl anlayışı yeniden ele alınmalıdır. Mübarek ramazan gününde dinlediğimiz bir haber ise daha da üzüntü vermiş ve orucumuzu düşünce bazında hüzne boğmuştur.
Kadın kocasının şiddetinden karakola sığınmak isterken polis kocasının takibi sonucu öldürülür. Olayı haber alan görevli polisler ise saldırganı öldürürler. Olayda iki kadın ve bir erkek öldürülmüş olur. Geriye sadece annesi babası tarafından öldürülmüş ve babası da polisler tarafından vurulmuş bir kız çocuğu kalır.
Bir polisi kızının yanında ki eşini vurması ve aynı olay esnasında polislerinde görev arkadaşlarını sosyolojik ciddi bir olaydır. Kurşunların adresi, aile içinde kana bulaşmaktır. Ev ailesi kadar, görev ailesi de zayiat vermiştir. Devlet silahıyla vurmak ve devlet silahıyla vurulmak acı bir sondur.
Silah taşımak ayrıcalık sanılsa bile vurmak ve vurulmak sebebidir. Devletin eğitemediği veya eğitmediği memurların hazin hali gözler önündedir. Polis can güvenliğini sağlayacakken, can alan (eşinin) konuma gelmişse resmi elbise içinde “magandalaşmış” demektir.
Emniyet güçlerini kendilerini savunmalarına gerek yok bu yazı sebebiyle. Gerçek ortada, vuran ve vurulan ruh hali dikkatle eğitilmemişse bu acı haberleri okumaya devam edeceğiz. Polislerimizin “Din Eğitimine de” ciddi ihtiyaç vardır. İslam da insan öldürmenin ahiret cezasını bilmeden bu görevi layıkıyla yapmak zordur.
İşte can veren rabbimizin ayeti “Kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa suresi, 93)
TEKBİR
Başta iman ve tüm Salih ameller, müminleri Allah’ı tekbir etmeğe davet etmektedir.
ALLAH'I TEKBİR: Esasen Allah'ı tazîm ve saygı demektir ki, üç mânâ ile olur:
a) Akd-i kalb (kalbin bağlanması),
b) Söz,
c) Amel.
a) Akd-i Kalb (kalbin bağlanması) Allah'ın birliğine, adaletine itikatla marifetin sağlamlığı ve şüphelerin yok oluşudur.
b) Söz, Allah'ın yüce sıfatlarını ve güzel isimlerini ikrardır.
c) Amel de namaz, oruç ve diğer farzlar ve şer'an caiz görülmüş şeyler gibi kulluk amelleriyle ibadet etmektir.
Bu söz ve amelin makbul olması da, kalbin itikadına yani imana bağlıdır. Çünkü: "Her kim mümin olarak ahireti ister ve onun için çalışmasını da yaparsa, işte onların çalışmaları makbul olur." (İsrâ, 17/19) âyetinde çalışmanın makbul oluşu, mümin olmak durumuyla kayıtlanmıştır.
İtikat ve iman oruca mahsus olmayıp, her ibadette geçerli olduğu ve diğer ibadetler, çeşitli sebeplere bağlı olup Ramazan orucuna dayalı bulunmadığı cihetle bu âyete uygun olan mânâ, bu tekbirin, Ramazan'ın sayısını tamamlamaya bağlı olarak bayrama işaret olması ve buna layık olan da tekbir lafzının açıkça söylenmesidir. Tekbir lafzı, "Allahü Ekber" demektir.
Ramazan ve oruç Allah’ı tekbir etmektir. Allahu Ekber.
SAHTE ÖVGÜ
“O yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övülmek isteyenlerin (onacaklarını) sanma! Onların azaptan kurtulacaklarını da sanma! Onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (Ali İmran, 188)
“Ve üzüntüyle (kaydedelim ki) hayli zamandan beri bu hale müslümanlar da düşmüştür. Âlimlerden hakkı aramayıp, gönlüne göre yanlış bir "uygun" cevabı almak için teşvik veya tehdit eden bir çok cahil, ahlâksız müslümanlar bulunduğu gibi; böyle bayağı menfaatleri yolunda dolaşan ve ilmi, dini, bir aldatma tuzağı kabul eden ulema taklitleri de ortaya çıkmıştır. İşte Cenab-ı Allah, müslümanları özellikle bu hallerden sakındırıp sabır ve takva, sebat ve azimle söz verdiğini yerine getirmeye sadakat ve ciddiyet göstermek, yüksek himmet ile söz ve fiil olarak hakkı açıklamak, ilâhî emirlerin neşr ve genelleştirilmesiyle Allah kelamını yüceltmek (i'lay-ı kelimetullah) için sevk etmek ve kitap ehlinin durumunu kötü görmekle "yaptıkları alışveriş ne kadar kötüdür." buyurmuştur.” (Elmalılı tefsiri)
Şimdi bunun yalnız bir kınamaktan ibaret kalmayacağını ve genel şekliyle ahlâkta ciddilik ve tevazu (alçak gönüllülük) tersine hareket edenlerin sonlarının acıklı olduğunu açıklamak için de münafıklar dolayısıyle şu âyet inmiştir. Yaptıkları herhangi bir iş ile sevinen, dilimiz tabiriyle böbürlenen ve yapmadıkları bir şeyle öğülmelerinden hoşlanan kimseleri sakın azaptan kurtulacak bir yerde zannetme, asla zannetme, hem bunlar için elim (acıklı) bir azab hazırlanmıştır. Bu âyet, münafıklar sebebiyle inmiş olmakla beraber, hükmü, gerek diğer kafirler ve müşriklerden ve gerek müslümanlardan bu davranışta bulunan gurur sahiplerinin hepsini içerir. Gururlanmak, gelecekten gaflet etmek ve vazifenin kabul edilip güzel bulunmasının kendine ait olmadığını bilmemek, yaptığı işi büyüksünüp kendine onu büyük görmek gibi bir küçüklüktür. Ve yapmadığını yapmış gibi gösterip öğünülmekten hoşlanmak ise hakkı, doğruyu bozmaktan zevk almak ve Allah'ı unutmaktır. Önceki buna sevk eder. Bu ikisi bir yere gelince, de acıklı azabı hak etmiş olur. Üzüntüyle beraber bu halde bulunanlar ne kadar çoktur.
"Yek beyza vü sad hezar gıdgıdak"
"Tek yumurta ve yüz bin gıdgıdak".
YALANI SEVİYORUZ
Doğru olmayan, gerçeğe uymayan söz ve beyana yalan denir. Söz doğru gözükse bile, kalben inanmadığı durumlar da yalan kapsamındadır. Münafıklar söz bakımından “iman ettik” deseler de Allah onların mümin olmadığına şahitlik etmektedir. (Bk. Munafıkun suresi, 1. Ayet)
Yalan hayatın her alanını kanser virüsünden daha çok sarmış bulunmaktadır. Zira rejim ve sistemler insanların yalan söylemesi üzerine inşa edilmiştir. Yalanla kurulan devletler ancak yalancı yurttaşlar yetiştirmişlerdir.
Yalanların başta gelenlerinden biri de “tarafsızlık” söylemidir. Taraflıların tarafsızlık söylemi onların işin başında yalancı olduklarını ele vermektedir. Tarafsızlık olsa olsa menfaat yatkın olma halidir ki o bile taraf olma halidir.
Muhatabının yalancı olduğunu söyleyenler, hakikat aynasında kendilerinin de ikiyüzlü yalancı olduklarını ifade etmektedirler. Ramazan ve yalan konusu spordan siyasete kadar her tarafta boy göstermektedir. Kurallarda “Tarafsızlık” yazdı diye kimse tarafsızlık oyununu oynamıyor.
Taraf olmak ve doğruyu beyan etmek erdemken, yalancılıkla itham edip, yalancı olmak ise revaç bulmaktadır. Hakikati beyan edemeyenler ya güçten korkuyorlar yada kişilik problemi yaşıyorlar. Her iki de maraz halidir.
Kendini yalandan tutamayan, yemeden içmeden tutmasıyla ne elde edebilir. Halbuki Resulullah bize ne emr ediyor; "Her kim yalan söylemeyi ve yalanla iş görmeyi bırakmazsa Allah onun yemesini, içmesini bırakmasına değer vermez."
Zarar getiren doğru, fayda sağlayan yalandan daha güzeldir.
Dâima doğruluğu araştırın; doğrulukta helâkinizi görseniz bile. Ancak muhakkak ki doğrulukta sizin kurtuluşunuz vardır. (Kenzü l-Ummal, 3/344)
Ben istesem de tarafsız olamam ki. Siz olabilir misiniz?
YALAN YOK
Allah Resûlü (s.a.s.), etraftaki hükümdarlara İslâm a davet mektupları gönderiyordu. Bu mektuplardan birini de Roma imparatoru Hirakl e (Hireklius) göndermişti. Hirakl, mektubu baştan sona okudu. O sırada Şam bölgesinde bulunan Ebû Süfyan ı çağırttı ve aralarında şu şekilde bir konuşma oldu.
-O na en çok uyanlar kimlerdir, zenginler mi, fakirler mi?
-Fakirler.
-Hiç O na inananlardan dönenler oldu mu?
-Şimdiye kadar hayır.
-Artıyorlar mı, eksiliyorlar mı?
-Her geçen gün biraz daha artıp çoğalıyorlar.
-Hayatında hiç yalan söylediğini duydunuz mu?
-Hayır, O nu hiçbirimiz yalan söylerken duymadık.
Ve işte mektubun tesirinden sonra henüz Müslümanların en amansız düşmanı olan Ebû Süfyan dan aldığı bu cevaplarla çarpılan Hirakl, kendini tutamayarak şöyle dedi:
-Bir insanın bunca zaman, insanlara yalan söylemekten kaçınıp da Allah’a karşı yalan söylemesi düşünülemez. (Buharî, Bed ül-vahy , 6)