Değerli okuyucular,
Geçen ayki yazımda Akrilamid isimli bir maddeden söz etmiştim. Nişastalı gıdalar, fırınlanmış ürünler, ekmek, patates ve mısır cipsleri, kraker, bisküviler yoğun olarak akrilamid içerdiğinden dolayı bu tür gıdalar tüketilmesinin olabildiğince azaltılması uzmanlarca tavsiye edilmektedir.
TAM SIRASI…
Ankara’da ekmeğin içeriği ile ilgili yönetmelik çalışmasının yapıldığı şu sıralar konuyu dillendirmenin tam zamanıdır diyerek harekete geçtim.
Önce Türkiye Fırıncılar Federasyonu Başkanı sayın Halil İbrahim Balcı’yı aradım, görüştük. Kendisine konunun bilimsel yönü ile ilgili dökümanlar gönderdim. İlgileneceğini, hazırlanan yönetmelik ile ilgili komisyonda konuyu gündeme getireceklerini ve ekmeklerin yanık sunumunu önlenemeye yönelik tedbirlerin alınması hususunda çalışacağını belirtti.
Ardından Türk-İş Mali Sekreteri sayın Ergün Atalay’ı aradım. “Emeğin mücadelesini verenler, ekmekte kalite mücadelesine dahil olmazlar mı?” diye sordum. “Tarım Bakanlığı ile görüşeceğim” dedi.
Nitekim kısa bir süre sonra Tarım Bakanlığı’ndan beni aradılar. Ekmeğin kalitesi ile ilgili yönetmeliği hazırlayan dairenin özel kalem müdürü ile görüştük. Meramımı anlattım. Özetle, ekmeklerin iç özellikleri yanında pişme derecesinin belirlenmesi ve yanık ekmek üretiminin önlenmesine, satışının kontrolüne dair yönetmelik maddelerinin mutlaka detaylandırılmasını teklif ettim. Teklifimi anlamlı buldular, dikkate alacaklarını söylediler.
Umalım ki bundan böyle yanık ekmek ve aşırı fırınlanmış gıdalar, halk sağlığına bir tehdit olarak görülür, üretim ve satış noktalarında kontrole ve satıştan alıkonmaya konu olur.
BİR KONSERDEN…
Aralık ayında katıldığım Orhangazi Kültür Merkezi’ndeki Türk halk müziği konserinde bir dizi “olmaz ki” noktası vardı. Bunları bir önceki yazımda dile getirmiştim. Düzeltilebilir, tamamlanabilir bir çok eksik ve yanlışın yanında demiştim ki bu konserde hep elem, acı, kahır, ölmekli güfteler dinlenme, eğlenme ihtiyacı içindeki katılımcılara pek bir kasvet veriyor. Daha bir dizi tespitler…
Ama bir tanesi var ki o yazımda dile getiremedim. Kantarın topuzu fazla kaçmasın diye. O da şu: Artık türkülerimizde güfteleri seçme zamanı gelmedi mi diyerek düşünmekten, yazmaktan kendimi alıkoyamıyorum.
13-14 YAŞINDA…
Benim düşüncelerimi silkelercesine bir şey oldu ertesi gün. Bir ulusal gazetede manşet haberi: 13 yaşında bir kızı…. ve ardı cinayet. Ailede yıkımlar, huzuru bozan, sosyal ahengi sarsan bir dizi cahillikler.
Peki siz, günün 24 saati televizyonlarda, yüzlerce radyo kanalında ve Orhangazi Kültür Merkezi’ndeki konserde “Bir kız sevdim 13-14 yaşında” diye türküler söyler, söyletirseniz, toplumsal şuur altına “Demek sevilebilirmiş” düşünce virüsünü sokarsınız. Bir sürü dürtü kontrol bozukluğu olan insanı da bu paranteze alırsınız. Sonra geliverir manşet haberleri boy boy önünüze. Ateş düşer nice ocaklara.
Bırakalım bu tür güfteleri, besteleri akademisyenler ve meraklıları o zamanın dilimine ait diye incelesin, çalışma konusu yapsın ama topluma açık yerlerde okumasın, okutmasınlar.
Böylece hasta psikososyal temel, belki bir virüsten arınır diye düşünüyorum.
BİR BAŞKA KONSER… BİR ANATOMİ…
Ocak ayında Sakarya Üniversitesi Kültür Merkezi’nde bir başka konsere, bir güzel konsere gitme imkanı buldum. Özgün bir mektepli-alaylı çalışması olarak Sakarya Halk Müziği Derneği ve Sakarya Üniversitesi Devlet Konservatuarı birlikteliğini keyifle, gururla izledim.
Şef Serkan Demir yönetimindeki icra gönüllere hitaplarda bulundu. Salon tam dolu. Müthiş sessiz. Çocuklar bile…
Zaman zaman nefesler tutuldu. Akustik güzel, icra güzel, seyirci güzel, ambiyans çok çok iyi.
Bir kültürün yaşatılması, aktarılması adına çok güzel heyecanlar, duygular yaşadık.
“Dersini almış da ediyor ezber” ile başladı konser. Bir ziyafet ki aktı gitti.
Yerel sanatçılar Osman Demir ve oğlu Seyfi Demir öyle bir kemençe coşkusu, keyfi yaşattı ki kıpır kıpır yüreklerin derdini “Bilsenuz ağlardunuz!” diye özetledi.
Bir Kıbrıs türküsü “Bir mendil aldım dereden…” ardından bir Diyarbakır Türküsü “Bülbül’ün kanadı beyaz”, tınısı derinlik ve ahenk anlatılır gibi değil.
Bir başka eser “Yürü dilber yürü ömrümün varı!”
Dinlemeliydiniz sayın okuyucular. Okşayıcı, aktarıcı, doyurucu… Bir de düşündüm, aktaramadıkları var mı? Kimbilir hangi ruh hali ile dillenmiş ve bestelenmişlerdir?
SARI ZEYBEK…
Hele bir SARI ZEYBEK icrası vardı ki: “Sarı Zeybek aman şu dağlara yaslanır...” Müzik, sizi tam anlam derinliğine götürürken sahnenin yan tarafından folklorik kıyafeti ve tüm ihtişamı ile bir Zeybek, adeta sahneye doğuyor! Figürler inanılmaz büyüleyici, sahneye hakimiyet, izleyici ile bütünleşme sanatsal estetik fevkalade! Adeta tutuluyorsunuz, nefesler kesik. Ritm sürükleyici.
Zeybeği tanımlarken cesaret, güç, gurur ve uyum derler. Az derler. Bizim izlediğimiz Sarı Zeybek’de fazlası vardı: Heybet, isyan, meydan okuma, alçak gönüllülük ve özgürlük motifleri. İzleyici tek yürek: Alkış üstüne alkış, elleri avuçları patlatırcasına…
Konseri kaçıranlar Sarı Zeybek’i de kaçırdılar ki tek tesellileri bir daha ki konserlerde tekrarını görebilmek olanağı ve ümidinin var olmasıdır.
Ardından bir türkü bizi Ege’den aldı Urfa dağlarına götürdü. “Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar”... keyifle dinledik.
Herşeyin sonu varmış, konserin de sonu “Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun?” türküsü ile geliverdi.
NELER NELER VAR…
Bizim türkülerimizde her şey var. Sevgi, neşe, hasret… Hayat var hayat, insan var.
Konsere emeği geçen herkese teşekkür etmek az gelir. Tüm sanatçılara hocaları sayın Serkan Demir ve tüm katkıda bulunanlara sonsuz tebrikler. Elinize, dilinize, yüreğinize sağlık.
O akşam türkülerimiz bayrak oldu.
Ben doyamadım.
Değerli okuyucular, şehrimizde düzenlenen kültür aktivitelerini izlemenizi önemle öneririm. Sizi günlük yaşamın sıradanlığından alır, çok hoş, çok anlamlı iklimlere götürür.
Böyle konserler dostlar başına!
Kalın sağlıcakla…