Bektaşi Mısır’a gitmiş. Bir saltanat arabası geçmiş önünden. Atları masallardaki kadar güzel bu arabanın içinden bir adam inmiş ki sormayın. Kaftanı ipekten, mücevherleri zümrütten, yakuttan… “Hıdiv dedikleri bu mudur?” demiş. Demişler ki “Ne Hıdivi? Bu Hıdivin kulu.” Eski abasıyla eğri sopasından başka şeyi olmayan Bektaşi kaldırmış ellerini yukarıya, “Hey güzel Allah’ım” demiş “Bir şu Hıdivin kuluna bak, bir de senin kuluna.”
Bu kısmı zaten meşhur kıssanın hissesini ve az bilinen devamı yazının sonunda. Önce başka bir kıssadan hissemizi alalım.“Gençten bir adam, Kâbe’de dua ediyormuş. Sürekli, “Ey doğruların yardımcısı olan Allah’ım… Ey haramdan sakınanların yardımcısı olan Allah’ım… Sana hamd ü senalar olsun” diye niyazda bulunuyormuş.
“Neden hep aynı duayı yapıyorsun, başka bir şey bilmiyor musun?” diye sormuşlar. Başlamış anlatmaya…
Seneler önce Kâbe’de altın dolu bir torba buldum. Torbanın içinde 1.000 altın vardı. Bu altınlarla neler yapabileceğimi düşündüm. İçimden bir ses zengin değilsin, ihtiyacın da var, bu altınlarla şunları şunları yaparsın, deyip durdu. Hayır dedim kendi kendime. Bu altınlar benim değil, başkasının malı. Kullanamam. Haramdır.
O esnada biri, “Şöyle bir torba bulan var mı?” diye bağırmaya başladı. Çağırdım. “Nasıl bir torbaydı? İçinde ne vardı?” diye sordum. Torbayı tarif etti. İçinde tam 1.000 altın vardı.” dedi. “Peki al torbanı, işte burada.” diyerek verdim. Adam da torbanın içinden çıkarıp bana 30 altın verdi.
30 altınım olmuştu. Sevinçle pazara gittim. Genç bir köle satılıyordu. Yüzünün temizliği dikkatimi çekti. “Bu köle için ne istiyorsunuz?” dedim. 30 altın dediler. Altınları verip köleyi aldım. Genç köle hem çalışkan hem de terbiyeliydi. Aradan birkaç yıl geçti. Bir gün onunla yoldayken karşıdan gelenleri bana göstererek “Efendim, ben Fas emirinin oğluyum. Gelenler babamın adamları. Senden beni satın almak isteyecekler. Sen iyi bir adamsın. 30 bin altından aşağı beni satma sakın.” dedi.
Gerçekten de yanıma geldiler. “Bu esiri bize satar mısın? 60 altın verelim.” dediler. “Olmaz.” dedim. “30 altına almışsın. İki katına neden vermiyorsun?” dediler. “Gidin pazardan alın o zaman.” dedim. 20 bin altına kadar çıktılar. “30 binden aşağı vermem.” dedim. Altınları verip, genci aldılar.
30 bin altınım vardı artık. Dükkanlar tuttum. Ticaret yaptım. Günden güne daha çok zenginleştim.
Bir gün arkadaşlarım, serveti çok bir ailenin kızından söz ettiler. İyi de bir kız. Babası da yeni vefat etmiş. “Sizi evlendirelim.” dediler. Kabul ettim. Nikahımız kıyıldı. Deve yükleriyle çeyiz geldi. Çeyizin arasında bir torba dikkatimi çekti, ne olduğunu sordum. “İçinde 970 altın var.” dedi hanımım. “Aslında 1.000 altınmış ama babam Kâbe’de bu torbayı kaybetmiş. Bulup saklayan gence de 30 altın vermiş. Kalanını bana hediye etti. Çeyizin, demişti.”
O torbayı bulduğum günü düşündüm. Demek bulduğum altınlar benim rızkımmış. Fakat torbayı sahibine vermesem haram yoldan gelmiş olacaktı. Şimdi helal yoldan gelmiş oldu diye düşündüm.”
Siz anladınız ama ben yine de kayda geçeyim. Şimdi mi? Şimdi torbayı bulan sahibine vermez… Verse, torbanın sahibi çıkarıp 30 altını vermez. Böyle böyle birbirimizi fakirleştirmeye devam ederiz. Malik-ül Mülk olan Allah, “İlmi isteyene, zenginliği istediğime veririm.” diyor. Demek ki yeteri kadar doğru, dürüst ve cömert bulmuyor bizi. Yahut azacağımızdan korkuyor da bizi cehennemden sakınıyor. Gelgelelim biz gerçekten insafsız ve nankörüz. Rızkımızı ilmimizden, aklımızdan, mesleğimizden, gayretimizden biliyoruz. Başkasınınkinden eksilterek kendi payımızı arttırmayı düşünmek… Allah’ı tanımıyoruz. Kurallarını ya bilmiyoruz ya da bile bile küçük menfaatlerimiz için ihlal ediyoruz. “Emaneti ehline” değil teyzemizin oğluna, ilçe başkanının yeğenine teslim ediyoruz. 2 milyara yaklaşan nüfüsuyla Müslümanların coğrafyasında nüfusu 100 milyonu bulmayan Almanya’nın tek başına ürettiği ekonomik değer üretilemiyor. Gururumuz evrensel ama arabamızdan telefonumuza ne varsa hep “düşmanlar”ımızın icadı. Türkiye en iyi durumda olanı ama İstanbul dışında evrensel ölçülerde kentler kuramamışız. İstanbul’un da arka sokakları Pakistan’dan farksız. Sakarya dahil küçük şehirlerimizin hali ortada. Hala deve adımına münasip kaldırımlar, hala çamur, hala altyapı eksikliği, çevre kirliliği, sokakların işgaliyesi, imara aykırı yapılaşma, hala ulaşım sorunları…
Mısır Hıdivinin “kul”unu kıskanan Bektaşi’ye ne mi olmuş?
Bektaşi bakmış bir kalabalık, bir feryat, gitmiş ki ne görsün? Hıdiv’in kulunu yatırmışlar falakaya, ayaklarının altı parça parça, dudakları acıdan, susuzluktan çatlamış, ne ipeği kalmış kaftanının ne zümrüt ne yakut… Eski zaman, banka yok ki paranı, altınını kasasına koyasın. Herkesin serveti küplerde gizli saklı. Meğer efendisi ölmüş, Hıdivin servetini sakladığı küplerin yerini soruyorlar. Hıdivin kulu söylemiyor. Sen misin? Çekiyorlar tırnağını. Söyle. Yok. Bir tırnak daha… Avazı çölleri tutuyor zavallının ama kan revan içindeki “kul” söylemiyor ölmüş efendisinin küpleri nerede… O sırada Bektaşi, harfsiz, savtsız, cihetsiz bir hitab-ı ilahi işitiyor:
“Hıdiv’in kulundan kulluk öğren de sonra benim Allahlığımdan şikayet et.”
Kimden şikayet edeceğimizi de bilmiyoruz üstelik!