Masamın üzeri dağınık; -kafamın içi de!
Zamansız’ını okuyorum Necati Hoca’nın, tam bir güz kitabı.
Burnumun direği sızlıyor, gözlerim bulutlanıyor.
Dilini de kalbini de ustalıkla kullanıyor üstat.
Sonra çınar yapraklarına karışıp savruluyorum.
Meğer eylül değilmiş güz başlangıcı, ekimmiş.
Ruhumda bir ekim devrimi.
Şair, ‘bir gülün açılması devrimdir’ demişti.
Bense ‘bir yaprağın düşmesi devrimdir.’ Diyorum.
Ada, acıtıyor, sızlatıyor, ağlatıyor, özletiyor…
Yaşlanıyor muyum?
Tepeden tırnağa kalp kesildim yine.
Okullar açıldı, ama nerdeler çocuklar?
İyi atlara binip gittiler…
Tespih taneleri gibi uzaklara gittiler…
İpi çözülmüş çiçek demeti gibi dağıldılar…
Kâmil, üzüm suyu getirmiş bana.
İçsem iyi gelir mi bu özleme?
Cuma günü Mevlevihane’de idim yine, Yenikapı’da.
Dar Kapı; -geçiniz efendim, demedi kimse.
Cumartesi Gezi Pastanesi’nde, İsa ve Emir’le.
Mürekkep gibi dağılıyor kalbim.
Beyaz sayfasına kentin.
Elimde kâğıt tutuşuyor seni düşününce.
Hiç âşinâ olmadığım bir dili konuşmak istiyorum.
Işıksızım, azıksızım…
Gâlib Dede, himmet!
‘Cevizin yeşil kabuğunu yemekle tat bulunmaz’ imiş.
İnciri dudağa değil, kalbe değdirmek gerekmiş.
Bozbulanık şimdi bütün kitaplar.
Sen’den özge âşinâlar aradığım için mi bu bağbozumu?
Sen’den söz eden kitapları okumadığım için mi?
Akamadığım için mi Sana doğru?
Sevgili, Ey Sevgili, En Sevgili…