“Ey o Peygamber! Zevcelerine ve kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına hep söyle: cilbâblarından üzerlerini sıkı örtsünler, bu onların tanınmalarına, tanınıp da eza edilmemelerine en elverişli olandır, bununla beraber Allah bir gafûr rahîm bulunuyor”(Ahzab suresi, 59)
Son devrin âlimlerinden Elmalılı, bu âyeti tefsir ederken “cilbab”ı şöyle tarif etmiştir:
“Baştan aşağı örten çarşaf, ferace, câr gibi dış elbisenin adıdır.”
“Tepeden tırnağa örten giysidir.”
“Çarşaf ve peçedir.”
Âyet–i kerimede geçen “İDN” kelimesi: Yaklaştırmak demek ise de, âyette “Alâ” harf–i cerri ile kullanılması, kapsamak sûretiyle sarkıtmak mânasını da ifade ettiğinden, üzerinden sıkıca örtmek demek olur. “Cilbab örtmek” tabirinde de iki şekil vardır. Bunlardan birincisi; cilbablarından birisiyle bütün bedenini örtmek; diğeri ise, cilbabın bir tarafıyla başından yüzünü örtmek demek olur.
Elmalılı, âyet–i kerimede geçen “cilbab idnâsını”, bu şekilde tarif ettikten sonra şöyle devam ediyor: “Bu beyanda da iki sûret vardır.
Birisi kaşlarına kadar başını örttükten sonra büküp, yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir gözünü açık bırakmak.” Elmalılı bunu söyledikten sonra, “Bizler yetiştiğimiz zaman memleketimizde validelerimizin tesettür tarzı bu idi.” der.
İkincisi de alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra, burnunun üzerinden dolayıp gözlerin ikisi de açık kalsa bile, yüzün büyük bir kısmını ve göğsü tamamen örtmüş bulunmaktır. Bu açıklamadan sonra da, “Hicri 1310′da İstanbul’a geldiğim zaman İstanbul hanımlarının bir peçe ilave edilmek ve elde açık bir şemsiye bulunmak şartıyla tesettür tarzları bu idi.” demektedir.
Evet, Elmalılı merhum “cilbab”ı böyle tarif ediyor.
Yine bu konuda Konyalı Mehmet Vehbi Efendi “Hulasatü’l–Beyan” isimli tefsirinde: “Kadınların ziynetlerini örtmeleri için çarşafa bürünmelerinin lazım ve vacip olduğunu zikretmektedir.”
Ömer Nasuhi Bilmen Efendi de kendi tefsirinde “Cilbab”ı çarşaf olarak tefsir etmişlerdir.
Tebrik ediyorum çarşafla örtünenleri ve çarşafla takvayı buluşturabilenleri.
ELDE MUSHAF YÜRÜRKEN
Bu eller neler taşımadı, nelerle tanışmadı, neler tutmadı ki. Elimizin tuttuğu en değerli şey nedir deseniz. Mushaf dır yani Kur’anı Kerimdir. Yazın camiye giden çocukların ellerinde ki Mushaflar ne de yakışıyor onlara bir bilseniz. Bilirsiniz değil mi? Elinde Kur’an olan çocuk, ne mübarek bir evlattır onlar kıymetini bilebilene.
Ramazan da ise genç, ihtiyar, kadın, erkek ellerinde, kollarının altında Mushaflarıyla yürüyenler yeryüzünde ki meleklerin imrendiği insanlardır.
Sahi siz otobüste, takside, dolmuşta, parkta, sıra beklerken vs elinde Kur’an okuyan kaç kişi gördünüz?
İlla da Kur’an evde, camide ve kurslarda mı okunmalıdır. Alın elinize Kur’anı parkta, otobüste, hastanede sıra beklerken nerede olursanız olun çekinmeden okuyunuz. Bu Kur’ana saygısızlık olmaz.
Elde telefon ve roman taşımaktan daha erdemlidir. Lütfen elinizde Kur’an bulundurmaktan ve olduğunuz yerde okumaktan ve kınanmaktan çekinmeyiniz. Çıkarın Mushafları, tutun ellerinizde, götürün gittiğiniz yerlere ve okuyun yeryüzü mescidinde.
Elinizde ki Mushaf şeairidir dini islamın. Elde Kur’an riya değildir. Riya kalbin amelidir. Herkes kendi kalbinden sorumludur. Kur’an okumak peygamberi ihmal etmek anlamına asla gelmesin. Kur’an önce resulün kalbine, sonrada dilinden bize ulaşmıştır. Bizde Kur’anı gönülden ve dilden okuyalım. Kur’an okuma seanslarımız olsun. Okumak kadar okuyanı da sevmeyi ve dinlemeyi ihmal etmeyelim.
PEYGAMBERİMİ AĞLATAN AYET
Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Bana Kur’an oku!” buyurdu. Ben:
- Ey Allah’ın Resûlü, Kur’an sana indirilmişken ben mi sana Kur’an okuyayım? dedim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Kur’an’ı başkasından dinlemekten pek hoşlanırım” buyurdu.
Bunun üzerine ben kendilerine Nisâ sûresini okumaya başladım.” “Her ümmetten bir şâhit getirip seni de bütün bunlara şâhit tuttuğumuz zaman onların durumu nice olur?” anlamındaki âyete [Nisâ sûresi (4), 41] geldiğimde:
- “Şimdilik yeter!” buyurdu. Bir de baktım Resûlullah, iki gözü iki çeşme ağlıyordu. * Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî.
Mushafı her meşru mekanda okuduğunuz ve dinlediğiniz için size gülerlerse, işte bunun cevabı;
“(Şimdi) siz, bu Kur’an’a mı şaşıyorsunuz? Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz!” Necm sûresi (53), 59-60
İFTARDAKİ SESSİZLİK
Yazının özeti şu ki; İftar saatinde ki sokakların sessizliği, islamın sesidir. Tam iftar anı sokak, cadde ve çarşılar öyle sesiz ki Cuma namazı vaktinde dahi böyle bir sessizlik olmamaktadır. Aslında Cuma vakti de aynı sessizliği yaşamalıdır şehirlerimiz. Bu sessizlik anında da huzuru bulamayan insanın vay haline, vay.
Tüm seslerin sukut ettiği an iftar andır. İşte böyle iftar vaktinde ki hüznünü bize anlatan şair şöyle dert yanmaktadır.
İftardan önce gittim Atik-Valde semtine,
Kaç def'a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,
Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti
Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti;
Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,
Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;
Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızları
Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı.
Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;
Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün.
Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,
Bir nurlu neş'e kapladı kerpiçten evleri.
Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!

Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş'esiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime;
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
"Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür."
YAHYA KEMAL BEYATLI