Bu hafta İstanbul’dayım… Yani başka bir mekânın havasında yazıyorum. Hatta başka kıtadan dökülüyor kelimelerim. Sanmayın ki yediğim içtiğim benim olacak size gezdiğim gördüğüm yerleri anlatacağım…Ben ne “gezi yazarıyım” ne de “Yeni Sakarya Gazetesi’nde” İstanbul’u anlatarak abesle iştigal edeceğim… Evet,farkındayım şehrimin sorunlarından çok fazla bahsetmiyorum ama o kadar da afallamadım…
Yine de şu anekdotu anlatmak için izin istiyorum. Yazıma başlamadan bir-iki saat önce çok sevdiğim bir ağabey “İstanbul’u nasıl buldun?” diye sordu. Herhangi bir edebi eserde kullanıldı mı bilmem ama cevabım “nazlı sevgili gibi” oldu. Çok sabır gerektiren ve heveslerin kursaklarda kalmaması için açıkçası cep dolgunluğuna bakan bir şehir. Ama sevgili güzellik tacını takmış halde gel otur yanıma derse yapılan bütün kaprisler unutulur. Tüm gece ağlayan bebeğinin sabah birkaç saniyelik gülümsemesi ile huzur dolan anneyle yakın duyguları tatmak mümkün…
Amaç hem sevdiğim insanları ziyaret hem de tabi ki turistlik yerleri görmekti. Zaman su misali akıp geçti. Her güzel şey gibi çok çabuk bitiyor bu macera. Şekeri bitmiş çocuğun burukluğu olacak dönüş yolunda buna eminim. Hayatın bir parçası napalım; sevgiliden ayrılınırveya çocuk büyür ve önce kucaktan sonra yuvadan gider…
Lakin alışılmış yere dönmek güzeldir. Misafirin bebeğini seveceğini ama altını hiç temizlemeyeceğini bilmek insanın içine huzur verir belki de. Avuntu da olabilir bu düşünce, artık evde belli olacak… Ama bebeğin hizmetini görenlere Allah’tan sabır diliyorum…
1 Haziran 2013 tarihli “Hepimiz Turistiz” başlıklı yazımın son paragrafında turist için mühim olanın seyahatin “normal hayatına kattığı değer” olduğunu vurgulamışız. Ne de güzel demişiz. Öğrendiklerimizi unutacaksak, hiç anı biriktirmediysek, özlem duygusu bir nebze de olsa azalmadıysa içimizde bizim için yapılan seyahatin materyalist kaygılardan ibaret olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz herhalde…
Dönüş yolunu “Ah İstanbul” şarkısını mırıldanarak tamamlamayı düşünüyorum. Şarkının sözlerini bilenler “manidar olur” demiştir herhalde… Ayrılığın acısıyla sövüp sayacağım İstanbul’u Orhan Veli Kanık misali gözleri kapalı dinlemeyi de ihmal etmeyeceğim tabi ki…
Bilmiyorum çok boş şeyler mi yazdım? Gördüklerimin ve tattıklarımın yerine duygularımı yazmayı tercih ettim. Çünkü ben ne Mehmet Yaşin ne de Vedat Milor’um… Eski Türk Filmlerinde gibi Haydarpaşa Garı’nın önünde İstanbul’u yenmek için yemin de etmedim. Mağlup şekilde tecrübelerimi anlatayım şansını deneyeceklere. Ben içimdekileri paylaştım umarım size de bu yazımda güzel duygular aktarabilmişimdir… Allah’a (c.c.) emanet olun…