Komşuyuz Çetin Altan’la. Aynı dükkandan alıyoruz peynirimizi. Meşhur Mezeci Metin’den. Karşılaştığımız her sefer, saygılı esnaf değerli müşteri ilişkisinin sıcaklığına yazı meraklısı bir hayranın iltifatı da eklenince yarım asırlık takvim yapraklarının duvarları üzerinde sanki akranmış gibi oturabilen zekaların kahkalarına evrensel ahlakın ışıltılarının da eşlik ettiği bir şenlik havası yayılıyor o dükkandan Taşmektep’in nice İstanbullular görmüş kaldırımlarına. Geçenlerde “Evlerin boyunun ağaç boyunu geçtiği yerde durulmaz. Bir an evvel git buradan!” demişti. Üzerinden yıl geçmeden hemen karşımıza, Kazım Karabekir’in köşkünün yerine, yirmi altı kat çıktı müteahhit. Tanesi 2 milyon diyorlardı, dolar mı avro mu sormadım, tükenmiş daireler, daha sıvası bitmeden. “Kaçmazsan kovalayacaklar” demek mi istemişti acaba sevgili üstad. Evvelki sabah yine karşılaştık Çetin Altan’la. Mehmet Altan’la dedikodunuzu yaptık, sizin için “Dünyanın en iyi kafa açıcısı” diyor, dedim. Gerçekten kafa genişleten, gönül açan konuşmalarımızın ne kadarının anlaşıldığının altını kalınca bir sesle çizdi, köşe yazarlığının yaşayan en büyük nükte imparatoru: “Türkiya’ya uygun konuşmuyoruz galiba!” Acıyla gülümsedik.

Fazla mı eleştiriyoruz acaba? Başka bir “söylem” mi bulsak? Muhalefetteyken çok sert söyleyerek iktidara gelenler şimdi yumuşaklık mı bekliyor? Fakat nasıl da dayanıklılar, nasıl da vurdumduymaz, nasıl da yel koparmaz, su aparmaz yerlerdeler, kaygısız ve yanılgısızlık iddiasındalar. Neden? Bir de alınganlar ki sormayın. Tahammülsüzler bir de. Oysa korkacak ne var? Vatandaşın yöneteni düzelttiği nerede görülmüş? Ama yöneten eleştireni düzeltebilir. İsterse yamultabilir de!

“Lafın tamamı deliye söylenir” derler. Tamamını söyledin de hala uyanan yoksa, susmak, seni, deliden ve ahlaksızdan ayırır. Ben lafıma göre kulak bulacak da değilim, o kulağı bedava kellecağızlarınıza takacak da. Herkes ama herkes kendi cennetine ya da cehennemine gidecek. Herkese hayırlı yolculuklar!

O vakit, yeni söyleme biçimimizin ilk örneğini Hz. Mevlana’dan verelim: “Gerçi senin için bu kötü hal devlettir. Sonu (let) dayak, başı dev (koş) dir. Sen bu devletten kaçmazsan baharın güze döner. Şark da garp da başları kesilen nicelerini görmüştür.”

“Sehiv Secdesi” derken “devlet”ten söz etmiştim. “Hayat devleti”ni yeterli ya da “devlet hayatı”nı sorgusuz sananlardan ayrılmak gerek. “Gölge yerlere düşmüştür. Bu yüzden o yaralanıp incinmez. En üste çıkanın düştüğünde kemikleri daha fazla kırılır. Bunlar fer’lerdir, asıllara bak. Büyüklenmek, Hakk’a şirk koşmaktır, sakın. Hırsızlama padişahlık, gönülsüz, cansız ve gözsüzdür! Sana sultanlığı halk verdi, borç gibi, yine senden geri alırlar. Bu mevki eğretidir, onu Hakk’a ver de sana ebedisini bağışlasın.” diyor Hz. Mevlana.

Madem Molla Cami’nin Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmış manzum dörtlüğü kapısındadır: “Kabetü-l uşşak baş ed in makam/ Her ki nakıs amed inca şod tamam.” “Bu makam âşıkların kâbesi oldu. Buraya noksan gelen tamam olur.” Biz de kapısındayız.

Her kim ki bir tenkidimizden gücenip incinmiştir, o dahi bizi bağışlasın. Bir nasiptir ki, “let”ten de “dev”den de dayaktan kaçar gibi uzaklaşmak, o “dev” “let”e kavuşmak isteyenden de, ondan ayrılmaya dayanamayandan da kaçmak isteriz. Değil mi ki birer gölgeyiz! Ayakların baş olduğu bir devrin ayakları altında başımız bir gölge kadar yumuşak, yalnızca gülümseyecektir. Acıyla gülümseyecektir!