İnsanlığımızın iflas ilanıdır, ilgililere duyurulur. Hangi dükkâna girsen, hangi mağazaya göz gezdirsen, hangi mekâna adım atsan, yazı başlığı olan ifadeyi görmek gayet tabii olmuştur.
Ne zaman bu ve benzeri yazıyı görsem yüzüm kızarır. Suçluluğumuzun göstergesi olduğundan, sanki yüzümü saklamak isterim. Kameralara girmek, kayıtlara girmek güzeldir günümüz hayat akışında fakat suçluluk sebebiyle kayıt altına alınmak çok zoruma gider.
Beni üzen kayıt altına alınmak değil, suçlular için konulmuş kayıt programına dâhil olmaktır. İstanbul’da MOBESE kayıtları, uzayda ABD kayıtları, bilgisayarda GOOGLE kayıtları, aman Allah’ım kayıtsız alan kalmadı bize. Her kes her kayıttan korkar oldu.
Genel Kurmay Başkanı dahi Kuzey Irak harekâtın da kandil dağını BBG gibi biliyorum derken, nelerin hayatımızda iz bıraktığını anlıyoruz.
Bu sebepledir ki girişinde güvenlik bulunan site vari konakları hiç sevemedim. Önce araba durdurulur, sonra sürücüden itibaren otonun içindekiler dikkatlice süzülür, bazen sözlü suale tabi tutulur ve gerekirse varacağın adrese telefon edilir, bilmem ama Guantanamo üssüne girer gibi hissederim kendimi.
Modern yaşam kuşkucu ve şüpheci. Haksız mı derseniz, kolayına evet diyemem. Yeni bir mağazaya gitseniz, özel bir kapıdan geçip, ceplerinizdekini görevliye göstermeden giremezsiniz. Sorgu ve itiraz hakkınız yok. Sebep güvenlik derler ve geri dönmek zorunda kalırsınız. Sizin bilmem ama benim çok zoruma gidiyor. Gümrüklerin ve duvarların yıkıldığı dünyamızda daha dar alanlar da gümrükler ve duvarlar örülmektedir.
Kuyumcunun birine sordum, neden kamera çekimini karşımda duran TV’de yayınlıyorsunuz dediğim de, caydırıcı olsun diye cevap verdi. Bilmiyor ki masum insanların kalbini kırdığını. Biz müşteriler de kameralarla mı girelim dükkânlara ve bulunduğumuz mekânlara.
Aslında bir kanun çıksın kamerasız gezmek yasak, unutmadan söyleyeyim İstanbul Cerrahpaşa hastanesinde çocuğumun ameliyatı esnasında bana koşun VHS video bantı alın denmişti. Tabi bantı almadım, zira ameliyatı kameraya benim için değil, belki eğitim için aldıracaklardı. Eskiden Hotel önlerinde post bıyıklılar olurdu. Sanırım onlarda o zamanın kamerasıydı. Çok yakında uzman köpeklerin de, her yerde bulunduğunu görürsek şaşmayalım.
Bu meselelerin, üniversitelerin çeşitli birimlerinde araştırılmaları gerekir. Toplum sağlığı üzerinde ne gibi etki bırakıyorlar. Kameralar zaman ve mekân farkı gözetmeksizin her yerde bulundurulacağına göre, vay insanlığımızın haline.
Bir sünnet merasiminde sünnet olan yavrumuzun, o cerrahi anı kameraya alınırken müdahale etmiştim. Hatta, yarın cenaze yıkarken de kameraya alınacak mı dediğimi hatırlıyorum.
Ayakkabılar çalınmasın diyerekten CAMİ girişlerinde ki “camimiz 24 saat kamerayla izlenmektedir” cümlesi tansiyonumu yükseltmektedir. Kim ne derse desin çok üzücü ve uygunsuz buluyorum. Camiler bu manaya layık değildir. Varsayın ki haklı sebepleriniz ve iyi niyetiniz olsa dahi, bu cümlenin yazılması en hafif ifadeyle, camilerin mehabetine(Büyüklük, ululuk, yücelik) gölge düşürmektedirler.
Tüm bu yaşananlar bizim yapıp ettiklerimizin sonucu değil midir? Teknolojiye imanın sonucu, ona kul olmak sanki yaşananlar. Modern yaşam insan olma yerine, yakalamayı ve korkutmayı öğretti insanlığa. Gazeteci korkusu da kalem ve fotoğraf korkusu değil mi?
Neresi izlenirse izlensin de, camiler izlenmesin derim.
ELEKTRONİK HİZMET
Eskilerin deyimiyle “kahtı rical” adam azlığı denirdi. Dinin gurbeti, bilenlerinin azlığıyla orantılıdır. Eğitim hürriyetinin olmadığı yerde, dini yaşamın hürriyetinden bahsedilmesi mümkün değildir. Din en önemli bir emanettir ancak ehliyetli ulemaya teslim edilebilir. Maalesef din eğitimi konusunda ki zaaflar, camilerde dahi kendini hissettirir olmuştur.
Cemaat üzerinde ki olumlu ve olumsuz tesirleri araştırılmadan her türlü yenilik makbuliyet bulmuştur. Öyle ki imam efendinin sarığı kirlenmesin diye, naylonlaşmıştır. Sentetik sarığın başı da sanal din hizmetine boyun eğmiştir. Bir sarık af buyurun üç sigara ya da bir yemek fiyatı kadar değer taşır madden. Gel gör ki, her yere bütçe ayıran mümin, sarığa gelince naylonla iktifa etmektedir. Belki yakında naylon cübbeler de revaç bulabilir.
Camilerin minareleri sadece görsel bir vazifeyi yerine getirmektedirler. Mikrofon icat edildiğin de camilerde kullanımı uzun yıllar tartışılmıştı. Meğerse müezzinin kadrosunu elinden alacak kadar hünere sahipmiş gelişen teknoloji. Önce minareyi hükmen kaybettik ki merkezi ezan icat edileli minare kapıları açılmaz oldu. Canım ezan okunuyor ya kimin ve nereden okunduğu önemli değil dedik. Minarenin yetimliğinden evvel kürsülerin halide aynı değil miydi? Ehliyetli vaiz olmadığından camilerin kürsüleri merkezi vaaz sistemi ile cemaati sohbeti canandan mahrum ettik. Vaaz etme yerine etmemek özendirildi. Vaaz etmek risk sayıldı. Aslında zor ve değerli bir hizmettir kabul ediyoruz fakat ehlini yetiştirme yerine, sorumluğu geçiştirme saygın görüldü. Kürsünün sukutu imamın gelişmesini engelledi. Kürsü merkezi hapörlere teslim olunca, minberde hazır hutbeden nasibini aldı. Kendi ruhunu ve kabiliyetini hissettirmeden okunan hutbeler imamın camide ki nasibini iyice azaltmıştı. Sonuç olarak minare, kürsü ve minber ruhunu yitirmiş cesede dönüştü. Maharet yerini mazerete terk etmişti. Zaman zamanda aman dikkatli olun olağan üstü dönemden geçiyoruz ikazları kilit üzerine kilit olmuştur. Ne zaman olağandı hep merak etmişimdir.
Hazır gıda gibi hale dönüşmüştür cami hizmetleri. Unutulmamalı ki din sadece kitaptan öğrenilmez. Kitabın eli, dili ve ayağı olan yetişmiş, insana ihtiyaç vardır. Yanlış ve hata yapılır saikıyla hizmetler görevlilerin elinden alınmış ve yapay hizmete mecbur edilmişlerdir. Sesler gür çıksa da hormonlu bir sonuca ulaşılmıştır. Görüntü büyük ve renkli fakat öz itibarıyla sağlıksız olmuştur. Cemaatin tercih edebileceği görevli bulmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Ne kendisiyle, ne de başkasıyla yarışmak ve yardımlaşmak rafa kaldırılmıştır. Cami ve namaz ilimden mahrum bırakılmış, sadece namaz ve temizlik yeterli sanılmıştır. Günün birinde merkezden okunan hutbe yeterlidir denilirse şaşırmayınız. Tüm yenilikler sözüm ona iyilik ve hizmet adına yapılmaktadır. Sonuç ise büyük bir yıkıma sebep olmaktadır.
Görevlileri yetiştirme programları tamamlanana kadar, ehliyeti olana imkânlar tanınması gerekir. Özgüvenin tesis edilemediği yerde, hizmetler de hasbilik olmaz. Din hizmeti ne ezan, ne vaaz, ne hutbedir. O sadece din derdinin camiden adım adım çevreye yayılmasıdır. Bununda en kuvvetli hizmet pınarı görevliden hizmetlerin kıskanılmaması ve engellenmemesidir. Bu problem ne kurumun, ne de idarecilerindir. Başta kendini ifade edemeyen ve yetiştirmeyen din görevlisinindir. Unutmayın ki cemaat ve cami görevlinin hizmet alanındadır. Camiye hizmet etmeği şiar edinenlere düşen vazife ise bu görevleri ihmal değil, ihya etmeleridir.
“GİYDİRİLMİŞ KÜTÜK”
Görünüşe aldanmamak gerekir. Her ne kadar ikrar sorumluluk için yeterli olsa da esas olan gönül âlemidir. Sözün güzelliği asla ne başkasını ne de kendimizi kandırmamalıdır. Sözüne hayran bırakıp, gönlüyle düşmanlık planlayanların zararları gün ışığı gibi ortadadır. Bu sebepledir ki, zahir her zaman hakikati temsil etmez. Batını olmayan zahir, cansız beden gibidir. Nice yapma çiçekler vardır, hakikisiyle arasında ki farkı ayırmak mümkün değildir. Gel gelelim kokusu ve canı yoktur. Hiçbir değişim göstermeden, geldiği günkü gibi köşesinde ki varlığını sürdürmektedir.
İnsanın en önemli üç esası vardır. Kalbi, sözü ve amelleridir. Kalp bizim için bilinmezlerdendir. Özünde yalanı barındırdığı halde, hakikat varmış gibi diliyle yalan sözü bir çırpırtı da söyleyiverir. Ameller de esasında kalbin yalanını ele vermektedir. Kalbi yalan olan insan hissiz ve şuursuzdur. Mağaza vitrinlerinde ki plastik mankenleri görmez misiniz en güzel giysileri büründükleri halde donuk ve hareketsizdirler. Görünüşleri insan fakat duruşları ise heykel misalidir. İslama göre insan odur ki, yaratılış gayesini içinde barındırır. Kelimei şahadet ki, dilinden hayatına ve oradan da kâinata varlığıyla yaşatılan imanın tohumudur. O tuhum ekilmek ve söylenmek için değildir. Peki, niçindir derseniz, toprağın üstüne ekinini vermesi içindir. Müminim diyene sormalı iman tohumunun fidesinin boyu ve gelişmesi ne durumdadır.
Dinimiz kıyafet ve tesettürün önemini anlatırken, “takva libası” diyerek, tüm hayatını sarmalayan şuuru hayrın en önünde zikretmektedir. Asıl olan dışın elbise ve süsüyle beraber, için ve hayatın ilahi murakabe altında yaşanmasıdır. Örtünmenin ruhu takva olduğuna göre, takvasız insan gerçekte çıplaktır. Kalbini ve aklını takva ile sarmalayamayan insan giyinik de olsa soyunmuştur. İnsanlığından soyunmuş olmak, iman bakımından çıplak olmak demektir.
İnsan doğumunda kundağa, ölümünde ise kefene sarılmaktadır. İman ise ne kundak, ne de kefendir. Zişuur haldeki hayattır. Buradan da anlıyoruz ki hayat patiskaya sarılmak değildir. İnsanın değeri elbiseyle sınırlı değildir, asıl olan taşıdığı kalbin bilinci ve yaşadığı gerçekler nispetindedir. Zira insan elbise askısı veya gardırop değildir. Çarşılar insan giydiren dükkânlarla dolup taşarken, insanın maneviyatını çıplaklıktan kurtaran mağazalar azın azıdır. Dünya insanı süslemesiyle değil, insan dünyayla süslenmesiyle dünyayı değerli kılar. İnsanla buluşan dünya kıymet kazanır. Peki, insan ne ile kıymet kazanır? İman ve güzel ahlaktır. Bunlar yoksa insanın giydirilmiş kütükten bir farkı yoktur. Nasıl ki her sarı renkli maden altın değilse, her beden de hakiki anlamda insan değildir. İnsan doğulur fakat insan olarak yaşayıp, insan olarak ölebilmek önemlidir.
Tarlalarda bazı çiftçiler ürünlerini korumak için insana benzer olarak giydirip çaktıkları sopalarla bazı kuş ve benzerlerini korkutarak uzaklaştırabilirler. Üzerlerinde eski bir ceket ve şapka bulunan sopalarla insan değildir, fakat insan etkisi gösterebilir kuşlarda. İnsan kuş beyinli değildir ki, her şekilden korksun. Bize gereken ceket ve şapkası değil, özü ve onun şahidi olan Salih amelidir. Nice sarıklı önderler vardı ki tarihte, dini değerleri erozyona uğratmışlardır. Eski bir söz vardır, insan ismiyle beklenir, elbisesiyle karşılanır, ahlakıyla uğurlanır vesselam.