Sonbahar hakkında yazacak değilim. Ne yazacaksın hem? Aşk mı? Emek mi? Hayaller, kırıklıklar mı? Ne yazılır sonbahar dedikten sonra? Ömür mü? Dökülen yapraklar işte.

Yağmur yağacak, yok yağmayacak diye konuşup duran delikanlılardan sıkılmış taksici, “Yağarsa mülküne yağacak be evladım!” demiş.

Dökecekse kendi yapraklarını dökecek, esecekse kendi dallarına esecek be evladım. Hoşça bak zatına. Bakabilirsen. Bakmayı öğreten olmuşsa. Yoksa? Yazık. Başkasının eldivenini, ayakkabısını tutsan beş dakika, usanırsın. Eller, ayaklar, hatta kafa… O kafada bir de yüz taşımak yıllarca. Boşunaysa bir de. Nafile yorgunluk. Ziyan.

“Önce Ekmekler Bozuldu” Oktay Akbal’ın ilk kitabının adı mıydı? 1946’da yayımlanmış kitap. İkinci kitabı, 1949’da çıkmış. Onun adı da “Aşksız İnsanlar” Oktay Akbal'ın öykü yazmaya gönül vermesi Adapazarlı Sait Faik’in “Semaver” hikayesini okumasıyla başlamış. Sait Faik mi? Parkı izbe mi öyle senelerdir? Düzelteceğiz demişti oysa küçük belediyemizin, adı “ada”lı belediyemizin başkanı. Korkarım bir bakmışsınız heykeli de yok. Şaşırmam. Sait Faik okumadınız. Çocuklarınıza da okutmayın. İçinizde gıybetin yaş ağaçlar yakan külhanından başka bir sıcaklık hiç olmasın. Göğsünüzde bir salep güğümü hiç tütmesin. “İpekli mendil”i de okumayın. Avucunuzdan su gibi fışkırmasın hiçbir sahicilik. En başta gelen derdiniz yeni anayasa, laiklik dırıltısı, diliniz, ırkınızın hakları falan, meseleniz ne mangır ne cukka ne hanut, memleketi kurtarıyorsunuz, dünyayı… Kendiniz kurtulmuşsunuz… Çocuklarınız pek ala…

Fakat ölüler? Kolayı var onun da… Alışmışız bir yerden sonra… Üç kulhü, bir elham. Hızlı, duraksız. Otomatik dua makineleri… Eğilmeden eğilmeye alışmışız bir kere. Hikayesi olmayan bir hayatın rükuları, secdeleri…

“Oktay Akbal hikâyeleri, Necatigil’in deyişiyle "Konulu hikâyeler değil de, belli konular çevresinde oluşan anılar toplamıdır". Daha ne olsun? Hayatımız da öyle değil mi? Fakat bizimki… Sonunda tam hepsini toplamışken acemi bir el, parmağın ucu, bir yanlış dokunuş… Kaçtı? Hepsi mi? Gitti. O toplamı derli toplu tutmak sonunda yitirmemek de hesap işi. Sadece hesap işi olmayan tek hesap işi… Gönül işi. Yol yordam işi. Ustalara has işlerden. İpekli dokumak gibi, keçe dövmek gibi, zebercet mıhlamak gibi, sedef kakmak gibi, vav çekmek gibi, gül budamak gibi…

Ali Cağaloğlu gitti, yazamadım. Bir gün mutlaka. Şimdi de Şaban Üstüner. Gideceklerdi. Mesele burada değildi. Yıllarca sanki bu kadar boşluk kalmayacak sanmışım. Ali Ağabey’e sevgilisi, yalnızca bir kadeh vermişti. Cenaze evinde her köşede düğün davetiyeleri, kendi eliyle yazmış, hepsi aynı güne tarihli çağrılar… Ama ne çok şükür, ne çok dua duvarlarında… Hep ama hep yakarışlar… Şaban Amca’nın o küçük kalemi. Azalmış ama bitmemiş, hiç bitmeyecek… Hiçbir şeyi sonuna kadar kullanamayanların çağında, önce dostlukları, yakınlıkları tüketen, her şeyi bitmeden tüketenlerin çağında, o tutumlu ellerin, büyük hayatların küçük kalemi…

Yağmur da, serinlik de, ferahlık da, genişlik de hep sizdedir kim bilir… Bu darlık hep bende… Siz sonbaharı da kim bilir bu kadar ıslak duymuyorsunuzdur. Bu kadar acıyla, tek tek, çok yavaş, çok ağır dökülmüyordur yapraklarınız.