Selahaddin Şimşek’le Tanıştırılıyorum: ‘Ağabeyin!’
1980 Darbesi sonrası; İhvan Kitabevi açık ama moralsiz; zira kurucularından ve işleticilerinden Arapça Öğretmeni Numan Yazıcı ile İktisat asistanı Abdullah Gül, 33 (yazıyla otuz üç) gün Taşkısığı Kışlasında Askeri Yönetim tarafından gözetim altında tutulmuşlar, yeni salıverilmişler.
İhvan artık Numan Yazıcı’nın omuzlarında daha çok. Ve ağabeyi merhum Salih ağbi ve çocuklarının. Biz de okuyoruz filan ama moralsizlik diz boyu. Hermann Hesse’nin Sidarta diye bir romanını okumuşum. İhvan’da bir akşam üstü, hüzünlü yüz ifadesine uzun parmaklarının arasındaki sigarasının dumanını yoldaş eden Numan Yazıcı hocama, aslında romanın bizim tasavvufa denk düştüğünü, orijinalinin bizde olduğunu filan anlatmaya çalışıyordum ki, raflardaki kitaplara gömülmüş, onlarla adeta muhabbet eden uzunca boylu, yakışıklı, sakallı, aydınlık yüzlü, güzel ve şık giyimli, daima uzaktan gördüğüm ve hayran olduğum yirmi yedi yirmi sekiz yaşlarındaki delikanlı birden bize döndü ve ‘hayır, öyle değil’ dedi ve üç beş cümlede benim günlerdir okuduğum Sidarta’yı öyle bir özetledi ki adeta dilim tutuldu, cevap veremedim; kızamadım da, hayran hayran dinledim ve sadece susabildim. O sanki hiçbir şey olmamış gibi raflardaki kitapların büyülü dünyasına gömüldü. Numan Yazıcı, ömrümce en sevdiğim ağabey olacak bu adamı bir cümleyle tanıttı bana: ‘Selahaddin Şimşek, ağabeyin!’
Şehrin En Eski Ahşap Konağı’nda Oturuyoruz Artık
1981’in ikinci yarısı. Konyalı Ali Uyanık ve Sivaslı Bekir Sakin’le aynı evde kalmaya başlıyoruz; Karaağaçdibi, İnönü caddesi 27 numarada. Üstad Necip Fazıl’ın şiirlerinde geçen konak adeta; üç katlı bir ahşap konak. Biz –talebe nerede oturabilir – elbette ki bodrum katındayız. Enfes bir konak; ihtiyar, yorgun, ama asil ve gururlu… Çok sonraları öğreneceğim; ‘Papazın Evi’ymiş meğer bu konak, bu cadde de ‘Büyük Ermeni caddesi’ymiş, Büyükgazi İlkokulu’nun olduğu yerde de Ermeni Kilisesi varmış 1925’e kadar.
Nevzat Ortaç amcanın konağı bu; onlar bahçenin arka kısmındaki iki katlı betonarme evlerinde oturuyorlar. Selanik göçmeni bir aile Ortaç Ailesi. Ziraat Bankası şubesinin ikinci müdürü, elli yaşlarında Nevzat Bey amca. Lâkabı Atatürk. Neden mi; hep ciddi, hep donuk, hep aynı yüz nötr yüz ifadesi nedeniyle almış bu lâkabı. Cumartesi ve Pazar günleri, banka tatil ya; Nevzat Bey amca elinde sifon, suyla duvarları yıkıyor, bahçeyi suluyor. Disiplinli, kararlı, tutarlı adam.
Eşi Emel Hanım teyze. Doktor kızıymış; asil, zarif, çok yardımsever bir hanımefendi. Ve bizlerle de ilgili bir hanımefendi. Üç de oğulları var Ortaç çiftinin: Kadri, Necip, Erkan.

Hikâyeci Hande Ortaç’tan Bir Çocukluk Hikâyesi
Ortaç Ailesi’nin sadece büyük çocuğu Kadri ağbi evli o yıllarda. Güzeller güzeli, şirin mi şirin bir kızları var: Hande. Hande’nin minik bir delikanlı kardeşi daha var: İnanç…
Seksen iki yılı olmalı. Kadri ağbiyle eşi, Nevzat Bey amcalara misafirliğe gelmişler. Kızları Hande de daha yeni yürüyor ve yeni yeni konuşuyor; çok sevdik biz bahçede sağa sola gidip gelen minik Hande’yi. O da bize ısındı. Biz dediğim Ali (Uyanık) ve ben. Hande’yi aldık, kâh yürüye yürüye, kâh kucağımıza alarak, cadde üzerinden Karaağaçdibi’ne götürdük, çikolata filan daha yeni yeni çıkmış, bakkallara yeni düşmüş (marketlerin icadına daha beş on sene var). Yüz, yüz elli metre kadar gelip çikolata aldık Hande’ye, o mutlu biz mutlu geriye dönüyoruz. Birden bir hanım koştu üzerimize, ‘kızımmmmmmmmmmmm’ diye bağırdı, hışımla kaptı benim kucağımdaki minik Hande’yi, Kadri ağbi de zaten birkaç metre arkasında. Yüz ifadelerinden anlaşılıyordu ki, kızlarının kaçırıldığına vehmetmişler. Kaçırılmadığını, evlerinde kiracı üniversite öğrencileri tarafından gezmeye götürüldüğünü görünce bir nebze rahatlasalar da, yine de gözlerinden öfke ve kızgınlık fışkırmaktaydı. Biz de –ne kadar iyi niyetli de olsak- haber vermeden kızı gezmeye götürmenin yanlışlığını fark etmiş durumdaydık!

O minik ve şirin Hande Ortaç büyüdü büyüdü; Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirdi, şimdilerde Starbucks’ta bölge müdürü. En önemlisi de ‘Kankurutan’ adlı güzel bir kitabın sahibi, başarılı ve iddialı bir hikâyeci. Kardeşi İnanç ODTÜ Fizik Bölümünü bitirdikten sonra ABD’de California San Diego’da doktorasını yaparken geliştirdiği kanser tedavi makinesiyle 2012 Yılın Mucidi Yarışması’nda birincilik ödülünü kazanmış bir genç.

Albay Teyze, Kelleci Suskun Turgut, Cırcır Fatma
Biz caddeye bakan Ahşap Konak’ta oturuyorduk. Üstümüzde Kelleci Turgut amca ve ailesi oturuyordu. Turgut amca hayatta görmüş göreceğim en ilginç adamlardan biriydi. Konuştuğunu gören, sesini duyan olmadı, olamazdı zaten. Her gün içen bir alkolikti. Önceleri çok ama çok yadırgamıştık. Her gün ikindi sonrası üç tekerlekli camekânlı kelle arabasıyla satışa çıkar, gündüzden haşladığı, koyun/koç kellerini bir yandan kızartır, bir yandan da sıcak sıcak satardı, ben diyeyim yirmi beş, siz deyin otuz kelle… gece yarısına doğru dönerdi; emekliydi ya, ek gelir elde ediyordu.

Eşi Fatma yenge ise tipik bir ev hanımıydı; en belirgin iki özelliği vardı: Eşinden yirmi dört saat şikayet etmek, bir. İkincisi ise her gün yirmi dört saat nefes almadan, susmadan konuşmak! Bu nedenle lâkabı Cırcır Fatma’ydı. Bir de liseye giden kızları Hatice. Fatma teyze gibi, kızları Hatice de terbiyeli sakin güler yüzlü bir lise öğrencisiydi.

En üst katta ise Turgut amcanın annesi tek başına oturuyordu, adını hatırlamıyorum ama tam otoriter bir Osmanlı hanımefendisiydi. Merhum eşi albay emeklisiymiş. Ev aslında onun emekli maaşıyla geçiniyordu zannımca. Aslında albay rütbesinde olan Turgut amcanın annesiydi; karargahta, kışlada, tatbikattaki komutan edasıyla dolaşıyor, konuşuyor, emirler yağdırıyordu.

Kelleci Turgut amca ise, yirmi dört saat susmayan bir eşle, her sözü emir kipinde ve edasında olan bir annenin arasında yirmi dört saat alkol alan ve hiç ama hiç konuşmayan; dışına alabildiğince kapalı, içine olabildiğince derin bir adamcağızdı. Susmayı bir sanat, bir meslek hâline getirmiş adamdı Turgut amca.

Hordoloşlar, Sosyete Manavı, Ozan Kırtasiye, Yağcı Dayı
Tam karşımızda tanınmış müteahhitlerden Kadir Kurtuluş ve ailesi oturuyordu. Hordoloşlar olarak biliniyordu aile. Meşhur İpsiz Recep Çetesi’nin ikinci adamıymış Kadir Kurtuluş’un dedesi. Zaten Kurtuluşlar da İpsiz gibi Rizeliydi.

Kurtuluşlar’ın alt katında ‘Ozan Kırtasiye’ vardı, caddeye bakan. Ozanlar Lisesi’nde öğretmenlik yapan iki öğretmen arkadaş Hayati Eşme ile Cihat Bey ortaklaşa işletirlerdi. Hayati hoca daha ciddi, Cihat hocaysa daha muhabbetçiydi. Onlar dersteyken on beş, on altı yaşlarındaki Ali Eşme kalıyordu dükkanda. Ali’ye ağbiliğim o yıllarda başlayacaktı.

Bitişiklerinde eskice iki katlı bir evin altında mahalle manavı vardı. Sosyete Manavı yazardı tabelasında. Bizden üç-dört yaş küçük bir delikanlı, Vedat işletirdi, arada babasını da görürdük. Vedat kendisine ‘Sosyete’ denmesinden çok hoşlanırdı. Ve caddeden geçen her hangi birini durdurur, mutlaka bir şeyler satmayı başarırdı. Benim de iyi dostumdu. İnce uzunca boylu, temiz yüzlü, becerikli bir gençti Vedat. Uzun süredir görmedim maalesef.

Sağında ‘Yağcı Dayı’m’ Şerif Ali Saka vardı; otobüslere, kamyonlara yağ satıyordu, babaannem tarafından uzaktan akrabamızdı, bana özel alaka gösterirdi, dükkanda büyük oğlu Hasan Saka dururdu; şimdinin önemli işadamlarından Saka Piliç’in sahibi küçük Hasan.

Ebbap Ahmet ve Suyunu Çeken Pastırmalar
Ali Konyalı ya bizim; onun dünya tatlısı, Türkiye Şampiyonu çok yakın bir arkadaşı vardı, ‘Ebbap Ahmet’. Bu unvanı hak ediyordu zahirr; her cümleye – Konya ağzıyla- ‘ahbabım’ yerine ‘ebbabım’la başlıyor, kazara başlamamışsa da ‘ebbabım’ diye bitiriyordu.

Arada bir bizim eve geliyor, annesinin elleriyle hazırlayıp oğluna dualarla gönderdiği pastırmalar sucuklar getiriyor Ali’ye. Da, adam yıkık değirmen; bir geldi mi, pastırmaları bitirmeden gitmiyor. Şampiyon sporcu, müthiş yiyor, muhabbeti de müthiş… Ali takılmanda edemiyor: ‘Ebbabım, pastırmaları bitirmeye kaç gün kaldı?’

Bir defasında Atatürk Kapalı Spor Salonunda Türkiye Tekvando Şampiyonası var; ebbabımız yarışıyor ya, biz de tribündeyiz. Aman Allah’ım; o ne? O bizim tatlı dilli, muhabbetçi, pastırmacı Ahmet, iki ayağını da resmen ‘tokat’ olarak kullanıyor: Karşısındaki sporcunun yüzüne, bir sağ bir sol patlatıyor tokadı ayaklarıyla Ahmet. Ve tabii kilosunda yine şampiyon oluyor. Ali’ye sormadan edemiyorum: ‘Ebbap pastırmaları helâl ettirdi mi?’ Ali cevaplıyor: ‘Fazlasıyla… helal olsun!’

Konferans Niteliğinde Selahaddin Şimşek’li Akşamlar
Ali şiirler yazıyor, denemeler yazıyor. Mahlası da Ali Kemal. O da ben de iyi okuyor, iyi yazıyoruz. Ben baba adım olan ‘Arif’i de eklemişim ismime, öyle yazılar yazıyorum.

Ali’nin en yakın arkadaşı Selahaddin Şimşek. İki üç yaş var aralarında. Ali çok zeki ve lider yaradılışlı biri, Selahaddin ağbi de öyle.

Akşamları tavşan kanı çaylar eşliğinde, her biri birer konferans niteliğinde, konferans tadında muhabbetler başlıyor bizim evde. Üç şey dikkatimi çekiyor Selahaddin ağbide: Müthiş bir müktesebat/birikim, hoş bir hitabet, zarif kibar yakışan güzel bir kıyafet.

Sinemaya, tiyatroya yönlendiriyor bizleri; ‘yönetmenlerimizi, senaristlerimizi yetiştirmeliyiz’ diyor. ‘Yeterince şairimiz, romancımız yok’ diyor. Estetik diyor, fotoğraf diyor, özdeyiş diyor: Ebu Hanife diyor, Gazali diyor, Maturidi diyor; Dostoyevski diyor, Balzac diyor, Malcom X diyor.

Kendi el yazısıyla ‘Bismihi Teala’ diye başlayan, niçin okumamız gerektiği, neler okumamız gerektiği yönünde enfes, manifesto niteliğinde yazılar kaleme alıp, fotokopiyle çoğaltıyor, okumaya meraklı kimi görürse dağıtıyor, dağıttırıyor. Dostlarına selamdan sonraki ilk sorusu da şu: ‘Ne okuyorsun?’

O günlerden en çok özlediğim bir başka şey de Selahaddin ağabeyin merkezinde olduğu gece yürüyüşleri; Uzunçarşı’nın Ağa Camii başından başlayıp, Yenicami’den dönülen… tadına doyumsuz Gümrükönü voltaları. Muhabbet, dostluk, kardeşlik… Saygı, edep, edebiyat; idealizm, fedakarlık, inanç: Ortak paydaları bunlar olan.