Bugün sosyologlar bir tarif olarak cemaat ve cemiyeti insan iradesinin iki ana unsuru olarak görmüşlerdir.

Başlangıçta toplum ziraat toplumu olduğundan yaşam tarzı tekti. Kutuplaşmalar hiç yok denecek kadar azdı. Toplumlar “din” ve şehirleşme ile tanışınca oluşan farklılıklar toplumu idare etmek isteyenlerin kullandıkları ana unsur olmuştur.

Buradaki hadise iradenin idareciler tarafından abluka altına alınıp onların istedikleri gibi düşünen toplum meydana getirmek istediklerinde tepki olarak cemaatler ve kurum olarak da cemiyetler ortaya çıkmıştır.

Şehirleşmenin getirdiği problemler cemiyet ifadesinin detaylanmasında büyük miktarda etkili olmuştur. Birtakım kanunlarla şekillenen cemiyetler beğenseler de beğenmeseler de idarenin direktiflerine büyük miktarda sadık kalmışlardır.

Bu iki iradeden birincisinin mizaca ve inanca bağlı hakiki irade olduğu ikincisinin ise belli bir hedef ve amaca ulaşmak için en uygun vasıtayı arayan yapay bir irade olduğu kabul görülmektedir. İşte tam burada –bundan evvel bir yazımda yazmıştım, “Şarkı mı, şarkıcı mı mühimdir?” diye…

O fikri ve toplumu çok iyi kullanabilen şarkıcıların becerikliliği devreye girmektedir. Gerekli olan mali kaynaklar ise şehirleşme ile beraber gelen ticareti elinde tutanların ön saflarda olmaları, mali kaynakları da bunların kullanmaları sonucunu getirmiştir.  

Üst yönetimin kurulması sonucunda idare edenlerce cemiyet ve cemaatlerin biri birilerini tanımayan profesyoneller tarafından idare edilmeleri fikri en revaçta olanıdır. Esas sıkıntı burada başlamıştır. Kuruluşlarında cemaatlerin ilahi–sosyal vs gibi bir amaç için olduğu düşünülse de toplanan bağışların büyüklüğü, icra kabiliyetleri, bu cemaatlerin “cemiyet” şeklinde hareket etmeleri sonunda sahalarının genişlemesine yol açmıştır.

Bu görüş ile bakıldığında cemaat ve cemiyet liderlerinin söyledikleri başlangıçtaki konumdan ayrılmaya, mensuplarını da onların gösterdiklerini yaşam sistemini kabul etme mecburiyetini getirmiştir.

Cemaatten cemiyete geçenlerin, sonuçta liderlerin istediği doğrultuda ve inançta olmaları mecburiyetinde bırakılmıştır.

Üst yönetim, liderlerin yönetimi ele geçirilmesi sonucu ister yerliye, ister yabancıya hizmet etsin, koca bir mekanizmayı bir anahtarla istedikleri gibi kullanma imkanına sahip olmaktadırlar.

Cemaat ve cemiyet liderlerinin çoğunun üst akıl tarafından kullanılmaları sonucu toplumda bu iki kesime de güvensizlik ortamının oluşması sonucunu getirmiştir. Cemiyet ve cemaatlerdeki ortak irade lider hegemonyası olunca, liderin samimiyeti de cemiyet ve cemaatin samimiyet göstergesidir.

Fıkıh terimi olarak ise cemaat bir imam nezaretinde beraber namaz kılan toplumun adıdır.

Halbuki olunması gereken cemaat değil “ümmettir”. Ümmet olma şuurundan uzaklaşıldığı takdirde bir milletin başına neler gelebileceği ümmet olunduğunda ise gibi kazanç sağlayacağı “15 Temmuz hadisesinde” görülmüştür.

Ümmet, kelime olarak bir anneden doğan çocuklara verilen isimdir. Daha sonra İslam inancına sahip herkesi içine alan bir anlama kavuşmuştur.

Bu şuur parçalandığı takdirde araya sokulacak nifakların etkisi mikroptan daha tehlikelidir. Toplumlar kolay yutulur lokma haline gelir. Irak ve Suriye bunun en canlı örneğidir.

Ülkemizde bu kalkışmaya mani olanlar cemaat ve cemiyet olgusundan ayrı yaşayan hiçbir gurubun emrinde olmayan ümmet iradesidir ki esas olan da budur. En mühimi ümmet sınıfında soylular ve imtiyazlılar yoktur. 

İlahi emir anlayışı gayet temiz olarak açıkta ve meydandadır. Maalesef birtakım profesyonel idareciler, toplumu ana fikirden ayırıp kurtuluşun kendilerinde olduğu fikri etrafında hareket etmektedir. Biraz okuyan, kendi fikrini oluşturan ve bir tek vaizi yani Kitabımızı ve onun nasıl yaşanması gerektiğini şahsında göstermiş liderin ve onun arkadaşlarının yolundan gidenler kurtuluşa erenlerdir. Başka yol olmadığı gün gibi ortadadır.

İmanın kalplere girdiği takdirde değerli olduğu anlaşılmıştır.

Bu da ümmet şuurudur. Kalplere girmeyen iman inanmaktan öteye geçememektedir. Sadece inanmak kurtuluşa yeterli midir? 

Siz ne dersiniz?