Zaman kavramının önem sarf etmediği bir yüzyılda yaşıyoruz. Özellikle son yarım yüzyıldır takvimin anlamı iğnelediğimiz yaprakları beklemekle sınırlandırıldı… Doğum günü, sevgililer günü, bayram, yılbaşı, gibi aktivitelerin arasına sığmıyor artık yaşamak…

Zaman kargaşası içinde sürpriz beklemek ve yapmak için geçiriyoruz. Oysa sürpriz beklenmez. “Hiç beklemiyordum böyle sürprizi” diyene “ne güzel bekleseydin sürpriz olmazdı zaten” diyecek cesaretli kişiyi arıyorum şu sıralar…

Rütbe veya mevki olarak küçük insan olabiliriz. Yönetenlerin arasında olmamak kusur değil hatta tercih bile olabilir. Ama küçük insanız diye de kendimizi emir eri yapacak değiliz. Bize dayatılan sözüm ona adetlere iştirak etmemek kabahat değil…

Küçük olmak ezilmeyi gerektirmiyor. Küçük olmak değersiz olmak manasına da gelmiyor. Küçük olmak hayata katılan değerin bir sonucudur. Yani benim hayatımın kaç kişiyi etkilediğidir. Suç küçük olmak değil küçük olma vazifesini yerine getirmemektir…

Vazife işte en çok karıştırdığımız nokta. Mutlu ve gülümsemeyi kötülemiyorum ama bize dayatılan kendini mutlu etmelisin zorunluluğu yok mu? Sanki bizi başka taraflara çekip oyalıyorlar. Bu kuşku ile gerçek mutluluklardan bile haz alamıyorum…

Küçüklerin canı yanınca “büyüyünce unutursun” diye teselli eden büyüklere soruyorum. Siz unuttunuz mu acılarınızı? Bu hıncınız ve dünyadan bir şeyler koparmaya çalışan haliniz hiç öyle göstermiyor da. Üstelik çocuğun takılıp düştüğü masaya “kötü masa” deyip dövmek kadar aptalca geliyor köşe kapma oyunu… Lütfen küçüklere iyi örnek olalım…

Suçu hep başka şeylere atıp aklanmaya çalışmak insanın kendisine söyleyip inandırdığı yalanlardan. “Kader Mahkûmu” “Kader Oyunu” gibi. Suç sadece kadere değil zamana da atılmaya başlandı. Zaman çok şeyi alıp götürüyor gibi. Veya bağlandığımız ipleri şık göstermek için “zamana ayak uydurmak lazım” gibi.

İnsan şunu bilmeli ki kader kendi iradesiyle yazılır. Zaman ise kişiyi tasmasından tutup gezdirmeye çıkardığı sahibi değildir ki ayak uydurulması gereksin. Siz tasma takarsanız size kemik atan da çok olur yakala diyen de…

Bu hafta yazımı biraz kısa tutmak istiyorum izninizle. Ama tekrar tekrar okuduğum Turgut Uyar’ın “Sevgim Acıyor” şiiriyle veda etmek istiyorum. Allah’a (c.c.) emanet olun…

 

Mutsuzluktan söz etmek istiyorum/ Dikey ve yatay mutsuzluktan/

Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun/ Sevgim acıyor

Biz giz dolu bir şey yaşadık/Onlarda orada yaşadılar

Bir dağın çarpıklığını/bir sevinç sanarak

 

En başta mutsuzluk elbet/Kasaba meyhanesi gibi

Kahkahası gün ışığına vurup da/ öteden beri yansımayan

Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi

Öbürünün bir kadından aldığı verem

Bütün iş hanlarının tarihçesi/ sevgim acıyor

Yazık sevgime diyor birisi/ Güzel gözlü bir çocuğun bile

O kadar korunmuş bir yazı yoktu/Ne denmelidir bilemiyorum/ sevgim acıyor

Gemiler gene gelip gidiyor/ Dağlar kararıp aydınlanacaklar/ Ve o kadar…

Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır/ Sonbahar geldi hüzün

İlkbahar geldi kara hüzün/ Ey en akıllı kişisi dünyanın

Bazen yaz ortasında gündüzün/sevgim acıyor

Kimi sevsem/ Kim beni sevse

Eylül toparlandı gitti işte/ Ekim filanda gider bu gidişle

Tarihe gömülen koca koca atlar/ Tarihe gömülür o kadar

e-mail : [email protected]