Geçen hafta Pazar Filemiz’de, bir haftada dört ülkeyi ve önemli şehirlerini kapsayan gezimizin bir bölümü olan Polanya’nın Oświęcim şehrindeki Nazi ölüm kamplarının en dehşetlisi Birkenai ve Auschwitz’i anlatmıştım fotoğraflarla takviyeli olarak…
Bu hafta ise iki kampın dışına taşan ziyaretlerimizi özet halinde yine fotoğraflar ekleyerek, dile getirmek istedim…
Sanırım ilginizi çekecektir…
VARŞOVA-LODZ
Polonya’da kaldığımız üç günde gezimiz boyu bize refakat eden gönül dostumuz Almanya ve Polonya’da halka döneri sevdiren müteşebbis iş adamı Ebubekir Taşçı ve fabrikasının çok yönlü genel müdürü Polonyalı öğretmen İvanova’nın tercümanlığında gezdiğimiz ve hala etkisini üzerimizden atamadığımız gün boyu süren Nazi ölüm kampından sonra hedefimizde Polonyalılar’ın hacı olmak için ülkenin en uzak köşesinden bile yürüyerek geldikleri, kutsal kiliseler şehri vardı…
Son papadan önce Vatikan’a çıkan Polonyalı Papa XVI. Benedictus’un bu ülkeden olması ile kiliseler şehrine hac için gelenlerin sayısı da hayli artmış...
Polonya ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen Hıristiyanlar hac mevsiminde uzun ve geniş bir meydanda Arafat örneği toplanıp dua ediyorlar ve hacı oluyorlar. Görkemli kiliseleri,  halka hitap edilen meydanları, heykelleri ve tabloları ile yaz mevsiminde bu küçük şehre on binlerce turist geliyormuş.


Katolik Hıristiyanlar’ın bu kutsal şehrini gezdikten sonra hedefimizde Varşova vardı…
Eski demirperde ülkelerinin şehirleri; tarihi binaları, geniş meydanları, parkları, bahçeleri ve merkezi yerlere yapılmış birbirinden görkemli kiliseleri ile dikkati çekiyor...
Her nedense insanları gibi binaları da soğuk, meydanları ise ruhsuz bir görüntü veriyor insana…
Almanya, Danimarka, İsveç şehirleri gibi renkli ve de cıvıl cıvıl değil…
Varşova’nın gezilip görülecek cadde ve meydanlarında dolaşırken, bu duygulara kapılmadan edemiyor insan…
Polonya parlamento binasının önünde bir nöbet değişimini izlerken, insan komünizmin o derin ve soğuk yüzünü görebiliyor.
Bu büyük şehrin göbeğinde yükselen tarihi opera binası ile şehri ikiye bölen Vistula Nehri kıyılarında yürüyüş yapan Polonyalılar çarpıyor gözümüze…
Opera binasının, o şiddetli çarpışmalarda özellikle ayakta kalması için özen gösterilmiş...
Nedeni ise Stalin tarafından yapılması imiş…
Varşova’dan ayrılıp Lodz şehrine geçiyoruz…
Şehrin merkezi metro çalışmaları nedeniyle trafiği kapatılmış.
Geniş ve heykellerle süslü…
Bir bankoya iliştirilmiş Polonyalı bir sanatçı heykeli ile oturup sohbete koyuluyoruz, gözlerimizle…
Sakin sessiz gecelerde yol, can ve mal emniyeti müthiş...
Geniş ve trafiği kapalı caddelerdeki kafeteryalar ise yaşlı-genç Polonyalılar ile dolu…


Polonyalılar’ın bizce en çarpıcı özelliği Türkler’e olan hayranlığı idi…
Sarı saçları, yeşil-mavi gözleri, patron değil işçi ruhuna sahip olmaları, verileni hakkıyla yapıp gerisini düşünmeyen bir çalışma hayatı benimseyişleriyle hatırlayacağımız Polonyalılar’ı geride bırakıp, ilk geldiğimiz günün gecesinde şöyle bir dolaşıp geçtiğimiz Almanya’nın tarihi şehri Berlin’e dönüyoruz Ebubekir Taşçı, aracın kaptanı Ahmet Taşçı, Rahmi Sak ve bendeniz…
ALMANYA’DAYIZ
Berlin ve Hamburg’un her karış toprağı, caddesi, meydanı, sokağı adeta tarih kokuyor…
Siyaset, ilim ve bilim adamlarına ait heykeller (Nictzh, Karl Marks, Engels ve diğerleri) ile insanı bir anda içine çekiveren bir sihirli iklim oluşuyor Berlin’de…
O korkunç cihan harbinin izlerini taşıyan delik deşik duvarlar, parlamento veopera binaları, Doğu-Batı Berlin’i birbirinden ayıran duvar kalıntıları, Berlin’in merkezine damga vuran Türkçe yazılar ve işadamları ile işyerleri…
Einstein’ın devam ettiği kafeterya, görkemli cami, ünlü Brandenburg kapısı, tatil sabahı istasyonlarda elinde şişesi uyuşuk bir gecenin karanlığında sızıp kalan sarhoş gençleri, birbirinden ilginç Türk kebapçıları, dönercileri ile farklı bir dünyayı çağrıştırıyordu Berlin...
Bu tarihi şehri tümüyle gezmemizi sağlayan, Berlin’ini içini dışına çıkaran gezimizin mimarı, kültürle donanmış bir ailenin filozof özellikli bireyi olan İlhami Büyükbaş idi…
Evinde Selahattin Eş’ten Ali Bulaç’a, İhsan Eliaçık’tan İsmet Özel’e dek pek çok ünlü dostunu ağırlayan bir hemşehri sevdalısı olarak sevgili İlhami Büyükbaş’a teşekkür etmeden geçemeyiz elbette…
Yine Berlin’de gezimize renk katan Yenicamili Taksi şoförü İlhan Doğruöz ile 1970’li yıllarda Berlin’e giden, Doğu-Batı Berlin’i birleştiren anlaşma sonrası edindiği yüze yakın daire ve işyeriyle bir emlak milyoneri haline gelen eski ve hızlı ülkücülerden Ekrem Koç, tarihi şehri bize tanıtan ve her zaman hatırlayacağımız dostlar olarak kaldı diyar-ı gurbette…


SIRA GELDİ DANİMARKA ve İSVEÇ’E
Hamburg’ta İbrahim Dayıoğlu ve on parmağında on marifet taşıyan eşi Leyla ile tam anlamıyla bir gönül adamı olarak Şefik Bozkaya ve de bizi Lübeck liman kentinden alıp, içine tren ve TIR’ların dahi girebildiği feribotla Danimarka’ya götüren ve Kophenhag’ı gezmemizi sağlayan Mahmut Can’a ayrı bir parantez açmak zorundayım…
Düzgün Almanca ve İngilizcesi ile ekibe hiç yabancılık çektirmeyen Mahmut Can, Lübeck’te belediye otobüsü şoförü olarak çalışıyor…
Kophenhag’ın ortasında her tür uyuşturucunun serbestçe alınıp satıldığı, içilip yakıldığı mekanı da geziyoruz, ibretle…
Sonra Dünya’nın en uzun köprüsünden İsveç’in Molmoe şehrine varıyoruz, bir akşam alacasında…
SAÜ’de dekan Vecdi Can ile yine SAÜ’de Edebiyat Fakültesi okutmanlarından Zahit Can’ın kardeşi sevgili Mahmut Can’ın Danimarka ve İsveç’i gezip görmemizde gösterdiği ilgi ve alicenaplık unutulacak gibi değil...
Evet…
Detaylara girmeden özet olarak anlattığımız ve adeta rüzgar misali gelip geçen bir haftalık dört ülkeyi kapsayan gezimizin sonunda Hamburg’dan havalanıp geldik yurdumuza ve döndük kürkçü dükkanına şükürler olsun diyerek…
Bu haftaki Pazar filemizi de böylece noktalayalım istedik…