Az parçalı ise çocuklar için öğretici bir eğlendiri; parça âdeti çok ise büyüklere meşakkatli bir hobidir yapboz… Bilinen bir fotoğraf küçük parçalara ayrılır vetekrar birleştirilmesi istenir. Cümleyi kurunca absürt ve aptal işi olduğu düşünülüyor… Oysaki öğle değil… Meraklısına…

Edebiyatta yazarların hayatla ilgili aforizmalarına denk gelmişsinizdir. Hayat (…) gibidir ile başlayan ve biten benzetmeler. İşte ilk paragraf başka bir aforizma için açılan kapı olacak… Tahmin edeceğiz gibi yapboz ile ilgili…

Yoksa on- on iki yıldır elime değmemiştir yapbozun herhangi bir parçası. Rüyamda da görmedim elbet. Bu girizgâhın nedeni şu cümledir: “Hayat yapboz gibidir sonunu bildiğimiz ve hep eksik parça peşinde olduğumuz zaman dilimidir adeta”… Oysa eksik parçayı bulunca ömrümüzde tamamlanacak. Ya da dağıtacağız tüm birleştirdiklerimizi…

Sonunu bildiğimiz bir hayat yaşıyoruz… Bilmek çare etmiyor işte. Bile bile lades olma deyiminin gerçeğe tezahürünü izliyoruz. Ama yitip giden görünmeyen bir parça arayışımızdan vazgeçemiyoruz. Hep bir eksiklik arıyoruz, arayınca buluyor ve kısır döngünün başka sayfasına geçiyoruz…

Can insanın ağrıyan/acıyan yerindedir. Yani tırnağımız kırılsa aklımızı başka tarafa çekmekte zorlanırız… Bu insani bir güdüdür. Lakin zihnimize yerleşmiş eksiklik arama eylemi bir güdü değildir asla. Olsa olsa eski köye yeni adettir…

Atasözümüz ne der: “İstediğini söyleyen, istemediğini işitir”. Bu örneğe benzeyen bir cümlede naçizane biz kuralım. “Bakma ki görmeyesin”. Biz eksiklik aramayı adet haline getirdik. Tabirimi maruz görün “av köpeği” gibi arar halde buluyoruz kendimizi…

Dedik ya eski köye yeni adet diye gerçekten de insanlığın içine enjekte edilmiş bir virüs gibi bu zaaf… İçimizdeki kıskançlık ve açgözlülük ateşi televizyon ile harmanlandı. Artık internet ile söndürülemeyen bir boyut kazandı.

Geçtiğimiz Pazartesi günü Nil Karaibrahimgil’in köşe yazısını okudum hafızamda yer ettiği kadarıyla şöyle özetleyeyim. Önceden canımızın sıkıldığı zamanlar vardı şimdi yok ama önceden daha mutluyduk. O can sıkıntısından türetirdik hayatı. Düşünün geçmiş oyunları, çocukça icatları veya haylazlıkları. Anne karnında öğrenilmiyor tüm bunlar. Can sıkıntısından doğdu bu yazısız kurallar… Günümüzde ise körebe oynamayı bilmeyen çocuklar yetişiyor. Ama ne gerek var çocuğumuz kör elindeki akıllı telefonda ebe olur değil mi?

Şimdi de sıkılıyoruz diye düşüne bilirsiniz. Çare etmiyor telefonlar, tabletler değil mi? Günümüzdeki can sıkıntı değil memnuniyetsizlik. Şuna benziyor biraz, önceden dışarı çıkmak parka, pikniğe veya şehrin merkezine gitmekti. Şimdi ise AVM’ye gitmek. İkisi de “dışarı” çıkmak mı sizce?…

Can sıkılınca artan üretkenlik ben de olmuyor değil. Benim can sıkıntım biraz karamsarlık biraz hüzün. Ama bundan ilham alarak üretebiliyorum. Aslında sizden çok farkım da yok maalesef. Canım sıkıldıkça ben de içime enjekte olmuş virüsün etkisiyle boşa zaman harcıyorum. Ah biraz dişimi sıksam da üretkenliğim artsa keşke…

Kendimden örnek veriyorum ama “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” demiş büyüklerimiz. Demem o ki can sıkıntısı ile eksik parçayı aramayın. Bütün parçaları ithal etmeyin biraz da siz üretin… Allah’a(c.c.) emanet olun…

e-mail : [email protected]