Aziz dostların katılımıyla yarım asra yaklaşan tefsir derslerimizin çok değerli dinleyicileri oldu elhamdülillah. Bu derslerimizin iki kaynağı var oldu. Birincisi Kur’an ve tefsir kitapları, diğeri ise siz aziz dinleyicilerimizdir. Her dinleyici kendi içinde ayrı bir kitap hüviyetindedir. Bilirim ve şahitlik ederim ki anlatmaya çalıştığımdan daha doğru ve güzelini anlayan ve ders mütalaasını çıkaran dostlarımız olmuştur. Bazen bu kadar hikmet ehli dostlara, ders yapmam şık olmuyor diye düşünmüşümdür.
Bu dostlardan biri de Aziz dost Abdülkadir DİNÇ kardeşimdir. Kendisini hakkıyla anlatmaya liyakatim belki yeterli olmadığından dolayı, derslerimizin isim banisi ve çok iyi dinleyicinin ötesinde yeni manalara yelken açan özelliğiyle daima derinden fark edilmiştir. Orhan Camimizde ki tefsir derslerinin 20 Haziran Perşembe günki dersimizin O’nun tabiriyle hâsılasını O’nun kaleminden okumaya çok ihtiyacımız vardır. İşte Aziz Dostun yazısı;
“Değerli Mustafa hocam, Orhan Camisi’ndeki son dersten hâsılamı paylaşır, sağlık ve afiyet dualarımla teşekkür ederim.
Kasas suresi, 22-28
1-Mekke’de İslam’ın elçiliğini yapan Resul(a.) ve arkadaşlarına Musa(a.) örnekliği sunularak, insanın en doğal özelliklerinden korkunun, ilk günden itibaren nasıl metanet, tevekkül ve dua ile aşılabileceği gösterilmektedir.
2- Daha doğuşunda, Firavun tarafından bir erkek çocuğu olarak öldürülme riski, denize bırakılıp her türlü belirsizlikle baş başa kalması, Firavun’un sarayında yıllarca kaldıktan sonra çobanlığa dönüşü, ölüme sebep olmanın verdiği tedirginlikle korkarak sabahlaması şeklindeki trajik bir yaşamın nasıl izzet ve iktidar dönüştürülebileceğinin yaşanmış öyküsü hatırlatılıyor..
3-Sehven işlenen cinayetten sonra adaletinden emin olunmayan zalim Firavun’un ülkesinden bir beşer olarak kaçışın cevazı, daha sonra bir resul olarak Firavun’a gidişin hikmeti..
4-Azgınlara yardım edilmemesi, adaletten ödün verilmemesi, tarafgirliğin hiçbir çeşidine (hemşehricilikten ulusalcılığa) meyledilmemesi, üstünlüğün ve izzetin ancak İslam’da ve takvada aranması yönündeki yapılan uyarılardan nasiplenmek..
5-İslam’ın oğluyum diyen Selman-ı Farisi gibi Ömer gibi (her ikisinden de Allah razı olsun) ümmet şuuruyla yaşamak..
6-Musa(a.) ın Allah’tan kendisini zalim toplumdan kurtarması yönündeki duasıyla duanın gücünden kesintisiz beslenmek..
7- Şuayb(a.)’ın kızlarının örnekliğinde işaret edildiği üzere babalarının yaşlı olması gibi bir gerekçeye/zorunluluğa dayanması halinde bayanların hizmet veya üretim alanlarında çalışmalarının meşruiyet kazanabileceği..
8-Çalışan kadın gerçeğinin sosyal yara ve tahribatları bireysel faydanın ötesinde toplumsal fayda, maslahat/mefsedet hesabı üzerinden değerlendirilmesi gerektiği,
9-Çalışan bayan üzerinden oluşturulan algı ile “ev hanımlığı”nın aşağılanan bir niteliğe dönüştüğü, nerdeyse “af edersiniz ev hanımıyım” durumuna düşüldüğü…
10-En büyük tahribatın ise mahremiyet anlayışının değer kaybetmesi ve de annenin evi terk etmesiyle evlerin “sükun yeri” olmaktan çıkması,
11- Son not: Musa(a) ın subaşında karşılaştığı kızları, Rabbimizin başka hiçbir özellikleriyle değil, yalnızca utanma nitelikleriyle anması.” ABDÜLKADİR DİNÇ
BİR DÜĞÜNÜN ARDINDAN
İnsan cennette dahi aile olarak yaşamış, dünyaya aile olarak gelmiş ve aile olarak yaşaması tavsiye edilmiştir. Aile olmak iki farklı cinsin Allah adına/izniyle yaptıkları akit ve yaşam tarzıdır. Bazılarının sandığı gibi, sadece dini nikâh değil, aynı zamanda dini yaşamdan da sorumluyuz.
Aile olmanın erdemi ve sorumluluğu hem dünyevi ve hem de uhrevidir. Aile olmanın ilk adımı da düğündür. Evlenme dolayısıyla yapılan törene de düğün denir. Düğün evlilik hazırlıkların son aşamasıdır. İnsanları mutlu güne davet etmek, ikram, eğlence ve hediyeleşme de bulunmaktır.
Dinimiz evlenme kuralların açık ve seçik ortaya koymuştur, bazı durumlar ise örf ve adetlerle uygulanmaktadır. Düğünlerimizi bir ibadet şuuruyla eda etmelidir. Kolay düğün yapma prensibi yerine, zorlaştıran uygulamalardan kaçınılmalıdır. “Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız” Nebevi prensibi düğünlerimizin de düsturu olmalıdır.
Bir düğün de ki uygulamalar ne kadar tedbir alınsa da mutlaka eksikler olmaktadır. Evliliklerin son adımı ise dostların davetidir. Bir ömür elde edilen dostları daima kayıt altında tutmak yerine geldiğinde davet etmek her zaman mümkün olmayabiliyor. Bir de dostları üzmemek, külfete sokmamak için düğüne davetten imtina edenleri anlayışla karşılamalıdır.
Öyle dostlar vardır ki davetiye ulaşmadığı halde, “BEN BURDAYIM” diyerek sitemsiz ve tebessümle düğüne katılanlarda ayrı bir güzellik ve neşe, sevinç oluşturmaktadırlar. Davet edilmemek her zaman önemsenmemek anlamına gelmemektedir. Bu konuda da sui zandan sakınılmalıdır.
Dostluklar düğüne endeksi olmamalıdır. Toplum tarafından çok tanınma ihtimali olanların, bu konuda ifrat ve tefrite düşmeleri mümkündür. Hele düğün sahibi “Din Görevlisi” ise işi belki de daha zordur. Tüm cemaati çağırmak haksızlık olmakla birlikte, çağırmamakta söylentilere sebep olmaktadır. Bir din görevlisi tüm cemaatine sevmeli ve sevmektedir. Fakat özel bir konuda herkesi sorumlu tutmak ve külfete sokmak da ne kadar doğrudur?
İnsanların mekân, ikram ve ulaşım şartları sınırlıdır. Bu sebepledir ki kasıtsız eksikler olacaktır. Gönül koymanın anlamı yoktur. Toplum üzerinde ki gücünü de şahsi çıkarlarına kullanmak da sanırım doğru değildir. Saygı için değil, sevgi için oluşan cemiyetler değerlidir.
Katılımcılarında davette bulunma imkânları çeşitli sebeplerden dolayı sınırlıdır. Katılamayanlar da gönül koymamalıdır. Aynı hafta içinde birçok düğün cemiyetine iştirak elbette mümkün değildir. “Allah hiçbir nefse gücünün yetmeyeceğini yüklemez” buyrulan ayet bizim sınırlı gücümüz olduğunu göstermektedir. “Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme!”
“BENİ TANIDIN MI?”
İnsanlarla sağlıklı ilişki kurma ve devam ettirmek önemli olduğu kadar zordur. Be sebepledir ki bazı ilişkiler, usul hatası yönünden çıkmazlara girmektedir. İnsanın hayatında çeşitli sebeplerle tanıştıkları vardır. Bu tanışmalar çeşitlilik arz ettiğinden hepsi aynı sonucu doğurmaz. Kimi kısa zaman diliminde olduğundan veya farklı sebeplerden dolayı unutmalar meydan gelebilir. Bu unutmalar kasıt ve inadi değildir. “Hafızai beşer nisyan ile maluldur” sözü bu gerçeğin açık ifadesidir.
Aynı hatayı hepimiz düşebiliyoruz. “Beni tanıdın mı” Sorusu birçok kez dostlukların azalmasına ve kopmasına sebep olmaktadır. Bu soru iletişim hukuku ve ahlakı bakımından şık ve güzel değildir. Beni tanıdın mı yerine, kısaca kendinizi tanıtmanız daha erdemli ve sevimli bir davranıştır.
“Beni tanıdın mı” sualine biraz yalanla karışık verilen cevaplar yürekleri yaralamaktadır. Gözüm bir yerden ısırıyor vs sözcükleri ve zorlamalardan kaçınılmalıdır. Bu sualin cevabında “tanıyamadım” ifadesine gönül koymamak gerekir. Bu size yapılan saygısızlık değil belki, sorulan kişinin unutkanlığıdır.
Peygamberimiz aleyhisselam kapının dışındakine, kimsiniz diye sorduğunda, “ben ben” diye cevap verene kırılır ve ismini söylemesi tavsiyesinde bulunur.
Bizlerde ben kimim, tanıdın mı yerine kendimize öncelikle tanıtarak iletişimi kolaylaştıralım. Artı tanınmamak kötü bir şey olmadığı gibi, tanınmak ve şöhret afeti de sağlıklı bir duruş değildir.
Tanınmaya çalışmaktan çok, tanımaya çalışalım.
TSK VE HENDEK KAZMA SÜNNETİ
Müslüman için Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhisselam her konuda örnek ve lider bir şahsiyettir. Allah Resülü tüm tarihin en yüksek rütbeli ve emsali olmayan bir ordu komutanıydı. Savaş stratejisi, savaş hazırlığı, savaş taktikleri, savaş ahlakı ve buma bağlı tüm konularda “Allah Resulünde bizler/müslümanlar için en güzel örnekler” vardır.
Hendek savaşı diğer ismiyle ahzab savaşıdır. Hicretin 5.yılında zilkade ayında yaşandı. Daha önce Medine den sürgün edilen Beni Nadr Yahudileri Hayber kalesine yerleşmişlerdi. Müslümanlara kin besliyorlardı. Bu nedenle Kureyş' e, Gatafan' a ve Beni Süleym kabilelerine elçiler gönderip Medine de iyice çoğalmaya başlayan ve güçlenen Müslümanlara karşı, toplu olarak bütün müşrik kabilelerini bir araya getirip, büyük bir güçle Medine üzerine yürümek istiyorlardı. Bu nedenle de bu savaşa kabileler topluluğu anlamına gelen ahzab ismi verildi.
Yaklaşık 10.000 kişiden oluşan ahzab ordusunun hazırlanmakta olduğunu haber alan Peygamber Efendimiz (SAV) ashabı toplayarak nasıl bir strateji ile karşı koyulması gerektiğini sordu. Sonunda Hz. Selman-ı Farisi nin Medine etrafına hendek kazılması fikri benimsendi. Her kabile hendeğin bir bölümünü üstlendi.
İbn. Abbas (r.a.)'tan gelen bir rivayete göre Hz. Selman'ın bulunduğu yerde çok sert bir kayaya rastladılar. Ne kadar uğraştılarsa da kaya bir türlü parçalanmıyordu. Nihayet Peygamber efendimiz (S.A.V) e durum bildirildi Efendimiz hendeğe indi ve bir miktar dua okuduktan sonra kazmayı kaldırıp taşın üzerine vurduğu an gözleri kamaştıracak kadar kuvvetli bir ışık çıktı ve kayanın bir kısmı koptu. Peygamber efendimiz (S.A.V) tekbir getirerek: Kâbe nin Rabbine yemin ederim ki, İran' ın köşkleri göründü inşaallah fetih olunacaktır dedi. Sonra kazmayı bir daha vurduğunda yine kuvvetli bir ışık görüldü ve taşın bir bölümü daha kırıldı. Yine tekbir getirerek: Kâbe nin Rabbine yemin ederim ki Rumun başkenti ve Şamın köşkleri göründü. İnşaallah fetih olunacaktır dedi. Bir rivayette de bizzat Kostantinopol u zabdeden komutan ne iyi komutan ve de o askerler ne iyi askerlerdir dediği söylenir. Daha sonra kazmayı üçüncü kez kaldırdı ve kayanın son kısmı da parçalandı. Etrafa saçılan ışıkla birlikte Tekbir getirdi Kâbe nin Rabbine yemin ederim San'a nın beyaz köşklerini gördüm inşaallah fetih olunacaktır buyurdu. Sevgili Peygamberimizin bu sözleri üzerine, Sahabeler Konstantaniyye' ye sefer yapabilme özlemi içine girdiler. Ancak yıllar sonra Ebu Eyyüb el Ensari Hz. 101 yaşında olduğu halde İstanbul seferine katılmıştı ve İstanbul surları yakınında vefat etmişti. Onunla birlikte başka sahabeler de surların çevresinde yatıp İstanbul'umuza mübarek bir belde olma özelliği katmıştır.
TSK Ülkemizin koruması için Suriye sınırında hendek kazınca, bu sünnetin evrenselliğini ve uygulanan sünneti hatırladım. Nede güzel yakışmıştır bu sünnetin uygulanması elhamdülillah