Ünal Ozan’ın ART’sinde çalışıyorduk. Uğur Mumcu’nun cenaze töreni televizyondan canlı yayınlanıyordu. “Mollalar İran’a” diye bağırmazsam beni vuracağını söyleyerek herkesin içinde başıma tabanca dayamıştı bir geri zekalı. Allah kurtarmış meğer. Pekala o tetiği çekmiş olabilirdi. İşin ilginci, o geri zekalı da, ben de hala bulunmayan sarı basın kartı da mevcuttu.
Ünal Tanık, RotaHaber sitesinde bu konuyla ilgili son derece önemli bir yazı yazdı, mutlaka okuyun. Yerel medya ne durumda, ilgilisi bir zahmet alakadar olsun.
Rahmi Sak’ın gazete macerası YeniAda’yı çıkardığımız dönemde, yine yerel basının önde gelenlerinden biri şöyle demişti: “Cihat, burası Adapazarı. Çark Caddesi’nde yürürken biri bir omuz atar, ne oluyor demeye kalmadan çeker vururlar seni.” Bunu dostça söylediğini zannedeceğimi umuyordu bu sosyal demokrat ağabeyim(!)… Zihniyeti görüyor musunuz?
Zeki Toçoğlu’yu eleştiren yazılarım kişisel değildi. Sadece ona yönelik de değildi yazdıklarım. Ayhan Sefer Üstün’e de aynı sebepten karşı çıktım. Eleştirmek, hatta abartarak kıyasıya eleştirmek gazetecinin işidir, siyasetçinin değil. Hele hukuk kökenli, insan hakları konusunda görevli bir vekilin işi değildir medyayı eleştirmek. Rolleri karıştırıyoruz.
Özellikle yönetenlerin, seçilmişlerin dilinin şiddet içermesi, hele basına karşı tepeden bakış, azarlama eğilimi, son yılların en feci hatası.
Gazeteci hata yapabilir, kantarın topuzunu kaçırdığı da olur, yerel gazetelerde elifi görse mertek sanacak bir çok gabi, köşe yazıyor, çam deviriyor, doğru, ama herkese deli dana muamelesi yapmak ne derece doğru?
Ulusal medyadan çok daha duyarlı, zeki, kaliteli örnekleri de var yerel medyanın. Hepsine, cebine üç beş para konan, Orman park’ta çay ısmarlarsan düdüğünü öttüren tetikçi muamelesi yapmak yanlış.
Yerel basının ve onun efendi temsilcilerinin karşıt görüş falan gibi saçmalıklara ve küçük hesaplara girmeden desteklenmesi, onore edilmesi gerek.
Mesele şudur: Bir sopanın dayağı altında inlerken neden şikayet ediyor idiysen unutmayacaksın, o sopayı eline geçirince de ilk fırsatta, şimdi de sen inle diyerek düşman bellediğinin sırtına indireceğine, sopayı bir daha kullanılamaz hale getirecek, kırıp atacaksın arkadaş. Adamlık budur.
Farklı bir açıdan da değerlendirmek isterim. Kardeşim, senin umumi hela kaliten neyse matbuat kaliten de odur. (Yerel medyanın ciddi sorunlarından biri de çalışma alanlarının perişanlığı, özellikle tuvalet sorunudur.) Senin teknik direktörünün kaFasitesi neyse üniversitedeki profesörün de kaFasitesi o kadardır.
(Hemşehrimiz Aykut’u Fenerbahçeli bir Adapazarlı olarak büyük futbol dehası, cesareti ve Türk futboluna katkıları nedeniyle önünde saygıyla eğilerek selamlıyorum bu arada! Ahmet Üstüner’in öfke dolu twitlerini hak ettiğini ispat etti kendileri. Bravo. Alex’in söylediği şeyin güzelliğine bak: “Çocuklar için kötü oldu. Brezilya’ya gidince, eve gidelim, diyorlar”. Alex’in çocukları kadar sevsek şu Türkiye’yi mesele kalmayacak.)
KaFasite diye F ile ısrarla yazıyorum. Kafa, sanatla, dille, müzikle, edebiyatla, felsefe ile kafa olur. İster topa kafa atmakta kullan ister yerel gazetede köşe yazmakta. Düşüncenin, ahlakın, edebin terbiyesinden geçmemiş kafalar topu da ıskalar, kelimeleri de. Avrupa liglerinde de perişan olursun o kafayla, yerel gazete köşesinde de.
Adapazarı’nda bir müze olsaydı. Bir şehir müzesi. O müzede, mesela bir belediye başkanının, her gün eleştirildiği gazetenin yazarıyla kahve içerken, sohbet ederken çekilmiş fotoğrafının altında, “Siyaseten hiç anlaşamadılar ama her akşam buluşup kahve içtiler, tam 40 yıl…” yazsa… Örneğin Zeki Toçoğlu ya da Ayhan Sefer Üstün ya da bir başkası, ortaokula giderken o müzeyi gezse, bugün basına bu kadar acımasız davranır mıydı? Örneğin Adnan Uyumaz, o müzede, daha ilkokula giderken, Adapazarı’nda yayımlanan gazetelerin sahiplerinin, yazarlarının, muhabirlerinin hayatlarını anlatan yazılar okusa, daktilosunu, koltuğunu, gözlüğünü, özel eşyalarını görse, öğretmeni ona haberin kutsallığını, yazmanın değerini anlatsa, bu cinayeti işleyebilir miydi bu kadar rahat?
Tarihi olmayanın, kültürü olmayanın, arşivi olmayanın vicdanı olur mu? İnsafı olur mu? O çocukları Adnan Uyumaz vurdu ama kurşunlarını biz tedarik ettik. Tabancayı, zorbalığı, delikanlılık adı altında magandalığı biz kutsadık.
Fransa’nın faşist diktatörü De Gaulle, Maliye Bakanını göndermiş, Savunma Bakanını çağırmış, tam o sırada sekreteri “Efendim Sartre geldi” diyor. “Randevusuz geldiği için almadım tabii, beklemesini söyledim.” “Ne yaptın?” diyor De Gaulle. “Ben tarihe Sartre’ı bekleten adam olarak geçemem! Hemen alın kendisini içeri, hemen!”
Komünist Sartre’ın, bakandan önce içeri girdiği ve faşist diktatörle görüştüğü ülkelere dikkat edin, muhtemelen şehirleri sizinkilerden daha düzenli, paraları sizinkinden daha değerli, insanları da sizden daha mutludur.
Yanılıyor muyum? Yoksa Adapazarı Eiffel Kulesi ve Louvre Müzesi’yle mi meşhur?