Ünlü Tarihçi ve Mütefekkir Yusuf Kaplan, Gazze’de yaşananları bizler gibi yakından takip eden, bu konu özelinde kafa yoran, yorum yapan kişilerin başında gelir…

Geçen hafta “Gazze’den Öncesi ve Gazze’den Sonrasında Gazze Çizgisi” başlıklı enfes bir yorumu taşımış köşesine…

Derin bir analiz niteliğindeki bu anlamlı yorumu istedim ki bir kez de ben paylaşayım sizlerle…

Buyurun önce okuyalım, sonra diyelim son sözümüzü;

“Gazze’de soykırımı durduracak bir barış anlaşması imzalandı. Nihayet.

İsrail askeri çekilmeye başladı. Filistin devleti kurulmadığı sürece, ateşkes bugün ilan edilir yarın yeniden bozulur İsrail tarafından. Bugüne kadar olduğu gibi.

İsrail’i durduracak en önemli adımlardan biri, bağımsız Filistin Devleti’nin kurulmasıdır. Filistin halkının hakkını, hukukunu her platformda koruyacak bağımsız bir devlet…

MTO Azerbaycan Temsilcimiz Vuqar Azizov kardeşimiz Gazze hâdisesinin ne anlam ifade ettiğini, tarihin yapılmasındaki kilit rolünü anlatan nefis bir yazı yazdı.

Gazze’den öncesi; bizim kendi ellerimizle çağırdığımız Celâl’in tecellisinin İsrail’de görünmesidir. Çünkü “biz” yoktuk. “Biz” olmayınca bu tecelli, rahmetin değil gazabın tecellisi olarak yansıdı.

Ne demiştik: Gazze, dünyanın gebe olduğu “biz”e bir çağrıdır.

Dünya, bilimsel katılığın öldürdüğü merhameti arıyor. Celâl, Cemâl ile birlikte kemâl bulur. Cemâl’in yansıması olan “merhamet”in yokluğundan dolayı Celâl’in gazap olarak görünmesi kaçınılmazdı.

İslâm tarihinin ilk kırılma döneminde de Moğollar, Celâl’in sopası olarak “biz”deki merhameti uyandırmışlardı. Anadolu’da Mevlânâ’nın, Yunus’un aşk dili; o merhametin ince ince işlenmesiydi. Bugün de tarih, aynı sünnetullahın gereği olarak benzer bir kırılma döneminden geçiyor.

Gazze’den, özellikle çocuklardan yükselen çığlık, merhametin çığlığıdır.

Merhamet, başlangıçtır. Ama nasıl bir başlangıç?

Bugünden geleceğe, yani Yusuf Kaplan hocamızın ifadesiyle “Gazze’den sonrası” dünyasına nasıl bir geçit açacak?

İşte tam bu noktadayız: Bugün, geleceğin tohumu olan bu “merhamet” rüzgârını başka kavramların yönlendirmesine fırsat vermeden, fıtrata döndürme vaktidir.

Cemâlî tecellinin ilk yansıması olan merhamet duygusu, gazap karşısında harekete geçmiştir. Nasıl? Boykot olarak.

BOYKOTUN HAKİKATİ: TEPKİ’DEN EYLEME

Ama bu boykot nedir, nasıl devam etmelidir? Bu sorunun cevabı derin bir medeniyet perspektifinden aranmalıdır. Aksi takdirde, boykot ettiğimiz dünyanın başka bir biçimine dönüşür, özgünlüğümüzü kaybederek yok oluruz.

Boykot yalnızca “yatay” düzlemde kalırsa, insan boykot ettiği zihniyetin içinde kaybolur. Oysa boykotun bir de “dikey” boyutu vardır. Buna “enfüsî boyut” diyebiliriz. Boykot, mevcut düşmana karşı verilen bir reaksiyon olmamalıdır.

Evet, bir tepki doğmuştur. Ama eğer bu tepki seküler zeminde kalırsa, bizi kurtaramaz. Gerçek boykot, hakikatin davranışta tecellisi olmalıdır.

Yusuf Kaplan hocamızın kavramlarıyla ifade edersek:

Boykot bir “reaksiyon” değil, bir aksiyonun temeli olmalıdır. “Reaksiyon”, tepki biçimidir - orada sen yoksun. “Aksiyon”, kimliğin yansımasıdır - orada sen varsın. Merhametin tecellisi, bizi dünyanın çarkından çekip çıkararak işe başlar.

Bizi, bizdeki “biz”e dönüştürmenin ilk işaretidir.

Bir yaşam biçimi olarak boykot, tepkinin değil varoluşun kaynağının yansıması olmalıdır. Bu noktada Yusuf Kaplan hocamızın “ilim - irfan - hikmet” üçlüsüyle yürüyebiliriz. Bu üçlüye karşılık gelen medeniyet eylem haritası: “boykot - zühd - istiğna”

İrfan, ilim ile hikmet arasında köprüdür. Zühd, irfanın hayat tarzına dönüşmüş hâlidir. Boykot, ilmin pratiğe yansıması; hikmetin tezahürü olan istiğnanın dışavurumudur. Boykot, sadece Yahudi ürünlerine değil; Yahudi zihniyetine karşı bir tutumdur. Zihni ve kalbi temizlenme eylemidir.

Ontolojik olarak şöyle bir silsile çizebiliriz: “Temizlenme (boykot) - Tanzimleme (zühd) - Nizamlama (istiğna)”.

Bizim medeniyetimiz, insan üzerine kuruludur. İnsanı merkeze alır, “İnsan-ı Kâmil”i hedefler. Bu kemale giden yol, insanın dünyayla ilişkisinde belirlenir. Biz dünyaya “sahip olmak” istemeyiz, ona “sahip çıkmak” isteriz. Bu ikisi arasında büyük fark vardır.

Yatay düzlemde dünyaya sahip olmak isteyenler, dünyayı cehenneme çevirdiler. Dikey düzlemde olanlar ise dünyaya manevî bir hâkimiyetle sahip çıkarlar - kuşbakışı misali. Kendi kemaline ulaşan zihin, Yusuf Kaplan hocamızın ifadesiyle:

“Bu dünyada yaşayan ama bu dünyayla yaşamayan zihin.”

İşte bu, “sahip çıkmak” bilincidir. Ama kendini derinliğine yönlendiremeyen insan, yatay akışta savrulur. Dünyayı ele geçirmek ister, kendi derinliğinden mahrum kalır. Bu da “sahip olmak”tır.

İki kişi yüksekten aynı şeye bakarsa bakışları çatışmaz. Ama yerde aynı nesneye uzanırlarsa, biri kaybeder. Ve çatışma doğurur. Bu yüzden bizim medeniyetimiz sahip olmaya değil, sahip çıkmaya dayanır.”

Sahip olmakla, sahip çıkmak arasındaki ince ancak derin farkın idrakına herkesin varması dileğiyle, başta Yusuf Kaplan olmak üzere, kemâle erenlere Bizim Bahçe’den “Peygamber çiçekleri” gönderelim istedik…

Kaynak: YENİ SAKARYA GAZETESİ