Devletşah tezkiresinde çok hoş bir riveyet kayıtlıdır. Rivayete göre Timur, Hâfız’ın ‘Eger an turk-i şîrâzî be dest âred dil-i mâ râ/Be hâl-i hindûyeş bahşem Semerkand u Buhârâ râ’ (Şirazlı o dilber verse gönlümün muradını hani, yanağındaki hint benine bağışlarım hem Semerkant’ı, hem Buhara’yı) beytini okuduktan sonra şairi huzuruna çağırtarak ‘Ben Semerkant’la Buhara’yı mamur etmek için binlerce yeri ve vilâyeti viran eyledim. Sen nasıl oluyor da onları bir güzelin ben’i için bağışlıyorsun’ diyerek çıkışır. Hâfız da zekâsını kullanır ve müflisliğini kastederek ‘İşte bu türlü bağışlar yüzünden bu hâle düştük’ cevabını verir. Timur da bu nükte karşısında şaire ihsanlarda bulunur.
Timur ile Hâfız arasında böyle bir diyalog geçmiş midir bilinmez ama bu rivayet Hâfız’ın nüktedanlığı, yaratıcığı ve hayâl gücüne ilişkin ciddi ipuçları verir bize.
Geçtiğimiz günlerde Ayrıntı Yayınları’ndan Mehmet Kanar’ın tercümesiyle yayımlanan Hafız Divanı gerek baskısı gerekse muhtevasıyla övgüyü hak ediyor. Hodâ-yı şi’r olarak anılan Hâfız-ı Şirazî’nin Divanı’nı çevirme sebebine ilişkin şunları söylüyor Kanar: ‘Bendeniz Hafız Divanı’nın günümüz nesli tarafından daha iyi anlaşılması amacıyla yeni bir çevirisinin yapılması gerektiğine inandığımdan, bundan beş altı yıl önce Hafız Divanı’nın nazmen çevirmeye karar verdim. Şiir tarzında, mümkün olduğunca kafiye yaparak, Türk halk edebiyatının, özellikle âşık edebiyatı ozanlarının dilini, Yahya Kemal’in ifade rahatlığını örnek aldım.’
Abdülbaki Gölpınarlı’nın Hafız Divanı tercümesinden, nazmen çevrilmesi, çevirilerinin yanında Farsça metinlere de yer verilmesi, sadeliği ve kitabın sonundaki Hâfız Sözlüğü, Hâfız’ın İlkeleri gibi bölümlerle zenginleştirilmiş olarak ayrılan Mehmet Kanar’ın Hâfız Divanı, kuşatıcı ve efsunlu bir okuma şöleni vaat ediyor okura.
Divan’dan Hâfız’ın şiirlerine ilişkin genel itibariyle şu tespitlerde bulunabiliriz sanırım:
Hâfız’ın matla beyitlerinde genellikle kendi şiirlerini övdüğü görülüyor. Birçok ortak mazmun ve nazirelere bakılırsa Sadî’nin bir hayli tesiri altında kaldığını rahatlıkla söyleyebileceğimiz Hâfız’ın şiirlerindeki ifade hususiyeti, saf şiiriyeti, hayâl dünyası ve yaratıcılığı onu sadece diğer İranlı şairlerden değil başka şairlerden de ayıran başlıca husus olarak karşımıza çıkıyor.
Nefehat-ül Üns ve Devletşah’ta Hâfız’ın ‘esrar-ı gaybiyyeden haber veren bir ârif olduğu ve şiirlerinde maania-i hakikiyeyi mecaz libası ile ifade ettiği’ yazılıdır. Hâfız’ın şiirlerindeki sade ve veciz dilin en önemli hususiyeti hiç şüphesiz âhenk, eda ve canlılıktır. Öte yandan ifade ve muhtevadaki müphemiyet, şairin sanki maddî âlemin ötesinden sesleniyormuş hissini uyandırıyor okurda. Zaman zaman bilinmeyene el atan, öteleri kurcalayan bir şairle karşılaştığımızı da söyleyebiliriz. Denilebilir ki kendisinden önceki şiire ve dile ait tecrübenin, birikimin zirve noktasını teşkil eder Hâfız’ın şiiri.
Kadehte sevgilinin aksini gören de odur, siyah kaküllerinden gariplerin akşamı diye söz eden, lâlenin yanağına çiy düşüren, üzüm kızını nefesiyle bağdan kurtaran, sevgilinin yanağındaki Hint benine Semerkant’ı, Buhara’yı bağışlayan da o. Böylesine ince hayâller, zarif teşbihler, göz kamaştırıcı mücevherlerle bezenmiş varaklarla doludur Hâfız Divanı. Hâfız, manâ denizinin en derinlerinden çıkardığı incilerin parlaklığıyla kamaştırır okurun gözlerini. Bu büyülü atmosferin, çizilen bu egzotik manzaranın, oryantalistlerin Şark imgesine azımsanmayacak derecede katkı sağladığını söylemek mübalâğa olmayacaktır. Zira sadece Goethe’nin Doğu-Batı Divanı’na bakmak bile bu tespiti doğrulamaya yetecektir.
Şimdi Divan’dan seçtiğimiz şu mısralara bir bakalım:‘Çu nâfe ber dil-i miskîn-i men girih mefiken/Ki ahd bâ ser-i zulf-i girihguşâ-yi tu best’ (Misk ceylanının göbeğindeki gibi, ben zavallının yüreğine düğüm atma. Gönlüm düğüm çözen mis kokulu zülüflerine bağlılık ahdinde bulundu.)
Tahayyül sınırlarını Hâfız kadar zorlayan kaç şair vardır yeryüzünde, şüpheliyim doğrusu. Ve Hâfız olmasaydı Divan şiirimiz bu denli lirik ve gazel dolu olur muydu?
Aşk, Şarap, Gazel, Rindlik
Hâfız, kendinden önce sadece aşk olan gazelin konusunu tasavvufa ve hikmetli söyleyişe de irca etmiş, hüner ve yaratılışını birleştirerek erişilmesi zor bir seviyeye yükselmiştir. Devrinden, Fars kültüründen esintiler de taşıyan şiiri şarap ve meyhanelerle doludur. Şarap onda yerine göre aşk, feyz, neşe, vahdet sembolü olarak kabul edilir.
Kâh rindane kâh âşıkâne edayla yazdığı şiirler onu Şark şiirinin zirvesine yerleştirmiştir. Hâfız, artık oradan bakar varlığa, eşyaya, insana…
Farsçayı harikulâde bir edayla kullanan Hâfız, sadece bu dünyadaki görüntülerin değil görüntülerin ardındaki dünyanın da peşindedir. Mutasavvıf olmamakla birlikte tıpkı Fuzûlî gibi onda da yer yer ilâhî aşkın neşvesini ve bu neşvenin coşkun terennümünü bulmak mümkündür.
‘Şarkın hemen bütün şairlerinde hakim olan bedbin görüşün, mizacının da tesiriyle nikbin bir hayat felsefesine’ doğru meylettiği görülür Hâfız’da. Onun rindane şiirleri büyük ölçüde bundan dolayıdır. Birkaç günlük ömrün iyi geçmesini isteyen ve her şeyi hoş görmeye çalışan, lâtif ve daima âşık bir ruhun terennümlerini dinleriz Divan boyunca. Ve biz böylece Hâfız’ın mahbubları ile birlikte yapılmış minyatürleri bulunan Biblioteque Nationale’deki yazmanın sırrını daha iyi kavrarız.
‘Hâfiz çi turfe şah-i nebâtîst kilk-i tu/Keş mîve dilpezîrter ez şehd u şeker est’ (Hafız, kalemin ne güzel bir bitkinin dalı ki, şekerden, baldan tatlı meyvası var.)
Bu baldan tatlı meyveyi tattıktan sonra sormanın tam sırası şimdi: Hâfız’ın kabri olan bahçedeki gül, yeniden her gün açar mı kanayan rengiyle? Ve gece bülbül ağaran vakte kadar ağlar mı hâlâ eski Şiraz’ı hayâl ettiren âhengiyle?