Âhh ah… Bir zamanlardı…

TÜRKİSTAN’ denilen bir ulu diyarda atlarımız, develerimi, obalarımız,  yiğitlerimiz cihana meydan okuyan yiğitlerimiz vardı. Issız bucaksız bozkırlarda türkülerimiz söylenir, at nallarımızın rüzgâr seslerine karıştığı olurdu… Hiçbir düşman yan gözle bile olsa bakamazdı…

Oldu, oldu; ne olduysa oldu da, bir göç başladı Anadolu’ya… Geride Tanrı Dağları ve o güzelim uçsuz bucaksız diyarlar bırakıldı. Sonra gidilen diyarlarda Hıra Dağı, Tanrı Dağları’nın yokluğunu bir nebze de olsa unutturdu…

Zaman su gibi aktı, yıllar yılları kovaladı ve Anadolu, kadim bir Yurt oldu bizlere… Bir yurttan ayrılmak, o kadar da kolay olmadı tabi… Hasret yerini her zaman korudu.  Öyle ki katlandıkça katlandı… Hasreti teselli edecek araçlar arandı. Bir ara bulunur gibi de oldu: “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman” söylemi geliştirildi. Ruhumuzu okşuyordu. Hoşumuza gidiyordu. İnsan hoşuna giden söz ve söylemleri sever… Biz de insan olduğumuz için sevdik bu söylemi… Yıllar yılları kovaladı… Umudumuzu hiç kaybetmedik. Bilirdik ki umutsuzluk, inancımızda yoktu. Hep umut-var olduk.

Bir de baktık ki HIRA DAĞI sessiz sedasız ortadan kaybolmuş… ‘Bulunur bir gün inşallah’ dedik… Yine umut-var olmaya devam ettik. Onun yerini bir nebze de olsa tutar diye, bir süre TANRI DAĞLARI’nın hayali ile yaşadık. Ne de olsa Tanrı Dağları ile Hıra Dağı kardeşti. Kardeş kardeşin yerini bilirdi. Biz de birini bulursak ötekini de bulurduk… Bulacağımıza da güçlü bir şekilde inanıyorduk. Bizler kendimizi böyle teselli ederken, bir de baktık ki TANRI DAĞLARI da, bizler farkında bile olmadan, sessiz sedasız, yeryüzünden çekilmiş. Onları hatırlayan bile kalmamış… Kala kala sadece o aşkla yanan üç beş zevat kalmış.

Hayal ama niye olmasın… Hayalden ölen kimse olmamış ki tarih boyunca…

Sonra çok sayıda (9 adet) IŞIK yakıldı önümüzde… Aydınlıkları severiz biz… Yarasalar rahatsız olurlar ancak aydınlıklardan… Hemen sevdik… Güvendik bir süre o ışıkları ellerinde meşale olarak tutanlara… Bir süre sonra baktık ki o ışıklar teker teker sönmüş veya söndürülmüş, Haberimiz bile olmamış bizim…  Biz da sanırdık ki ışıklar hâlâ yerlerinde ve aydınlatacakları mekânları bekliyorlar… Yerlerinde yeller estiğini fark ettiğimizde atı alan Üsküdar’ı geçeli yıllar olmuştu…

Saf insanlarımız biz… Bizleri kandırmak kolaydır. Gerçi biz kimseyi ama hayvanları bile kandırmayız, ama güvendiğimiz dağlara kar yağdıran, kandıranlara (kandırıcılara) da acıyarak ve istihza ile bakarız.

Gün geldi güvendiğimiz ‘öncüler’, dostlarını ve kendilerine umut bağlayanları, düşman saflarına geçerek, onlarla birlik olarak, kendilerine güvenenleri sattılar. Zannettiler ki o zavallılar, düşman saflarına geçince onlar dost olacaklar. Olmaz, olamazdı… Hiçbir düşman dost olmamıştır ki tarih boyunca… Onlar da olmadı zaten…

Hayat bu! Akıp gidiyor işte… Her canlı önünde sonunda, terk ediyor bu garip âlemi… Kandıranlar da kananlar da, mazlumlar da zalimler de, zamanı geldiğinde öteler âlemine hesap vermeye gidecekler… Bundan kaçış yok… Mutlak adalet bu…

Âhh, ah…

Yeni bir umut doğacaktır inananlara, hatta doğmuştur da… Bazılar kabul etmese de… Farkında olmasalar da…