Bu hafta gündemin ağır havasından uzak durmak istiyorum. Daha çok insana yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Ve derdimiz yani konumuzun başlangıcını Yazar Ali Lidar’ın objektif ve sert bir mizaç ile yazdığı cümlelerinden oluşan paragraf ile başlatmak istiyorum izninizle.

“Söyleyeceğimiz çok şey var aslında. Ama üşeniyoruz. Ve çok sıkıldık. Önceleri müthiş bir hevesle acılarımızı paylaşacak insan ararken etrafımızda, şimdi kimseler soru sormasın istiyoruz. Sorduklarında ise yakınlık derecesine göre ‘hayat’ ya da 's… et’ diye cevap verip susuyoruz. Söyleyecek şeyimiz olmadığından değil, söyleyecek çok şeyimiz var aslında ama bugüne kadar anlattıklarımız hiçbir işe yaramadığından konuşmak istemiyoruz.

Duyarlılık istemiyoruz, şefkat, acıma, yardım v.s de umurumuzda değil. İstediğimiz tek şey sükûnet. Durmadan 'neyin var?’ diye sorular soran bir insandan daha kötü tek şey geliyor aklıma. Durmadan 'neyin var ?’ diyen birden fazla insan… İnsanların bize yapacakları en büyük iyilik çenelerini kapalı tutup aptalca sorular sormaktan vazgeçmeleri. Bize baktıklarında arkamızdaki duvarı gören insanlar istiyoruz çevremizde hepsi bu...”

Yorulduk mu, gurur mu yapıyoruz, yoksa çaresizlik mi dilimizi bağlayan? Belki de hepsi bir vagondur ve bizi demirlerle örülmüş yollarla içimize doğru götürüyordur… İçimize akıtıyordur dertlerimizi vagonlar…

Hani bir söz var ya sen nasıl ve ne anlatırsan anlat karşı tarafın anladığı kadardır cümlelerin. Artık karşı taraf anlamak bile istemiyor galiba… Suni teselli ve üzülüşlerin devası olur mu ki insana? Cevap çok belli etmiyor mu kendisini?

Önceden insanlar Yazarın dediği “arkamızdaki duvarları” görebiliyorlardı. Sebepleri arasında kendi ördüğü dört duvarların arasında sıkışmamış olmasını ve daha insancıl dertlerimizin var olması diye sayabiliriz…

Mesele sadece anlaşılabilmekten de ibaret değil. Anlamak isteyen veya o sıcaklığı sağlama isteği duyan insan kıtlığı herhalde… Öyle ki insanlar Japonya’da günde bir saatliğine “sadece sarılmak için” para veriyor. Bu bir güven duygusunun eksikliğini gidermek için yapılıyormuş. Peki, ülkemizde kaç kişi kendini güvende hissediyor. Dediklerimin mahiyeti ülkemizde de “sarılma evleri açılsın”değil tabi ki, sadece güven duygusunun önemine dem vurmak…

Hani bir kitap okursunuz ya da şiir veyahutbir şarkı/türkü dinlersiniz “sanki beni anlatıyor, benim için yazılmış düşünceleri” belirir yüreğimizde. Tedaviyi sağlamasa bile hiçbir tabibin koyamadığı teşhisi koyar yazarlar, şairler veya âşıklar…

Oysa edebi eserlerin sahipleri genelde insanlardan uzak durmayı tercih eden kişilerdir. Cemil Meriç şu sözleriyle özetler “kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla… Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle munisleştirmek istedim düşman bir dünyayı…”

Nasıl olur bu? İnsandan kaçarak insanı bulmak; Çünkü insanın doğasındaki maneviyata yol alınır. Gereken de budur. Bir derdi çekmeden yaşayabilmektir… “Edebiyat dert anlatma sanatıdır ama şikâyet etmeden boynu kıl inceliğine getirerek…”

Hayat matematiktir diyenler şurada yanılıyor gördüğümüz her şey matematikten geçer. Hayat gördüklerimizden mi ibaret? Gördüklerimiz canımızı çok yakarken tedaviyi geçtim teşhis koyabiliyor mu matematik?

Misal tüm iç dünyamızı açtığımızı psikologlar veya psikiyatristler tam manasıyla çözüm olabiliyor mu yoksa halının altına mı süpürülüyor dertler? Bununla matematiğin ne ilgisi mi var? Size “bir” saat ayırırlar, bu işten “bir miktar” para kazanırlar, verdiği ilaçların kullanımının yine bir matematiği vardır “günde bir defa” gibi…

Yani, insan gözü çevreye bakıyor ama sadece zihninin kara bulutlarını görüyor. İnandıkları uğruna çok can yakıyor. Dertleri hassas gözüküyor ama bu uğurda birçok şeye tecavüz ediyor. Dünyanın sanallığında kukla oluyor sadece. Gel sen bu kişiyle derdini paylaş. Çıkacak sonuç belli “Kendin söyle kendin İŞİD”…

Allah’a(c.c.) emanet olun…

e-mail : [email protected]