Farkında mısınız? Doksanlı yıllarda, yerli menşeli bir kot firmasının TV reklamlarında, yabancı bir şirket patronunun “Bu Türkler de çok oluyor ama!” sözleriyle şahlanıp, reklamın sonundaki “Çok Oluyoruz!” sloganıyla zirveye tırmanan gurur, güven ve cesaretimiz, son zamanlarda böyle alelade ticari başarıların ötesinde, çok daha ciddi, çok daha hayati olaylarla sınanır oldu.
Artık ne Avrupa’ya ihraç ettiğimiz giysi, otomobil veya beyaz eşya, ne dünyaca ünlü kulüplere milyonluk meblağlarla transfer olan sporcularımız ne de uluslararası yarışmalarda birinci olan şarkıcılarımız… Hiçbiri yeterince tatmin etmiyor bizi! Daha büyük, daha sarsıcı, hatta biraz da acılı olanı arıyoruz sanki! Ve Allah da veriyor!
Tarihin birçok döneminde olduğu gibi, bugünlerde de zulümle, kumpasla, ihanetle sınanıyoruz, ve ne güzel, hepsini de bertaraf ediyoruz!Reklamdaki gibi söylersek, gerçekten de “çok oluyoruz!”.
Öte yandan, Türkiye için “çok olmak”, çoğalmak bugün! Çoğala çoğala büyüyoruz çünkü “Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten” diyen Namık Kemal’in, “Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı” diye uyaran Mehmet Akif’in diliyle konuşuyor, öyle hareket ediyoruz!
Bakın, vatanını kutsal sayan bir milletin evladı, günlerdir her şehirde, her sokakta, her meydanda, hiçbir kutsalı olmayan haysiyetsizlerin karşısında milyonlarca “çoğalıveriyor!”
Tarih kitaplarında geçer, Keçecizade Fuat Paşa’nın 1867 yılında, Paris’te Sultan Abdülaziz’e refakat ettiği sırada, Osmanlı devletini kastederek, kendisine “Neyinize güveniyorsunuz?” diye alayla soran bir Fransız subayına verdiği cevap:
“Türkiye hiçbir zaafa düşmemiştir. Bütün kuvvetini muhafaza ediyor ve edecektir. Türkiye en kuvvetli, en dayanıklı devletlerden biridir. Üç yüz senedir siz dışarıdan, biz içeriden yıkmaya çalıştığımız halde bir türlü yerinden sarsamadık!!”
Yanlış mı? En zayıf, en derbeder, en kifayetsiz olduğu düşünülen zamanlarda bile, haysiyetini, şerefini ve büyüklüğünü korumayı bildi bu millet! Yazmadı mı tarih? Çanakkale’yi, Sakarya’yı? Yahut o büyük zaferlerden sonra, hasta adam dedikleri bir milletin nasıl küllerinden doğduğunu?
Tarih mutlaka yazar. Güçlüyü, güçsüzü, destansı zaferleri, umulmadık mağlubiyetleri… Zafer sanılan kepazelikleri, Aristo’nun, galip geldikleri bir savaştan sonra kendisine “Bu nedir?” diye soran Makedonya kralı İskender’e, “Zafer… Yahut hiç!” dediğini mesela! Ya da umutların kuş olup uçtuğu o meşum zamanda, Boğaz’dan içeri girerken İstanbul’da işgal gemileri, “Geldikleri gibi giderler!” dediğini Atatürk’ün!
Elbette ve hiç şüphe yok ki, tarih bunu da yazar, yazacaktır. 2016 yılında bir milletin, zulme karşı nasıl dimdik durduğunu, direndiğini! Onların şiddetle, zorbalıkla ve bir ihanet kumpasıyla dize getireceklerini, kendi sığ ideolojilerinin bendesi olacağını sandıkları büyük Türk milleti, korkmak, sinmek, boyun eğmek şöyle dursun, onları pişman edecek kadar asil, cesur ve kahramanca davrandı. Çünkü doğası böyleydi, umulmadık zamanda, birden “çok oluyordu”!
Henüz birkaç gün önce, vatansız, milletsiz, kutsalsız bir avuç kanı bozuk, ekmeğini yedikleri vatana ihanete yeltendi. Kendilerinden olmayanların, kendileri gibi sinsi, korkak ve basiretsiz bir hayata sırt çevirenlerin sesini kısmak istiyorlardı, zalimce! Fakat Selahaddin Şimşek’in (Ş.) özdeyişinde söylediği gibi, “Zulüm, kısmak istediği sesi nara yapar!”. İşte bunu unutmuşlardı. Ya da bilmiyorlardı. Kısmak istedikleri ses, bir haykırışa dönüşmüştü.
Evet, “Zulüm, kısmak istediği sesi nara yapar.”Ş., devamında diyor ki:
“Ve bazı ölüler, yaşayanlardan çok daha yüksek sesle konuşur.”
İşte, onların, çok değil, bir hafta önce, bu vatan için tankın altına, namlunun önüne kendini atarak şehit olanların sesini duymuyor musunuz? O naraları duymuyor musunuz? Onlar, zulme karşı atılmış naralar!
O şehitler, bugün bu vatanda yaşayan herkesten daha yüksek sesle konuşuyor, tarih boyunca da konuşacak!