Geçen hafta yaşanmış bir deprem hikayesi nedeniyle, bu haftaya sarkan “Yüz Yıllık Mahkumiyet” adlı ilginç ve bir o kadar da üzerinde durulması gereken bir konunun işlendiği Sedat Akçakoyunluoğlu’nun köşesini getiriyoruz Pazar Filemiz’e sizler için...
Önce okuyalım, sonra diyelim son sözümüzü... Z.A.
“2014 yılı aynı zamanda 1.Dünya Savaşı’nın başlangıcının da yüzüncü yılı. Tarihin bu en büyük savaşı, bizim için büyük kayıpların ve yıkımların savaşıdır. Biz, bu savaşla hükmettiğimiz toprakların büyük çoğunluğunu kaybetmekle kalmadık; bizi hükümran kılan “büyük aklı” ve “küresel vizyonu” da kaybettik.
20.yüzyılın başına geldiğimizde İngiltere, bütün dünyanın coğrafi özelliklerini tespit etmiş ve dört yüz yıllık Kolomb çağının kapandığını; artık dünyanın her yerine karadan da ulaşılabileceğini anlamış bulunuyordu. Deniz gücünün yenilmezliği ilkesini yerle bir eden Kraliyet Coğrafya Cemiyeti’nin 1904 yılındaki toplantısında, Sir Halford J.Mackinder, Tarihin Coğrafi Ekseni başlıklı tebliğini okudu.
Mackinder sadece yirmi dört sayfa tutan bu tebliğinde, coğrafya ile politika arasında var olan doğal yakınlığına ilişkin yaptığı analizle,  askerlerin, politikacıların ve tarihçilerin coğrafyaya telakkilerini değiştirecek yeni kavramlar ortaya koymuştu.
Mackinder’e göre, coğrafya ile politika ve ekonomi çok yakın ilişki içindeydi ve dünya coğrafyasının mihverinde, Kuzey Kutbu’ndan Orta Asya’ya kadar olan bölge ile Karadeniz ile Baltık arasındaki bölge oluşturuyordu. İran’ dağlarından başlayıp Mezapotamya’da sona eren “yamaçlar”ın da “dünyanın anahtarı” olduğunu ifade Mackinder, nihayet şu formülü ortaya koymuştu: “Doğu Avrupa’ya hakim olan eksen bölgeye hakim olur; eksen bölgeye hakim olan Asya, Afrika ve Avrupa’ya; bunlara hakim olan da dünyaya hakim olur.”
Kraliyet Coğrafya Cemiyeti’nin ve Mackinder’in başında bulunduğu Oxford Coğrafya Okulu’nun ortaya attığı bu tezlerin, İngiltere’nin sömürge ve işgal politikalarını yakından etkilediği, bütün Anglo-Sakson elitlerinin dünyayı ele geçirme iştahlarının bu coğrafi görüşlerden etkilendiği açıktır. Nitekim yirminci yüzyılın ilk elli senesinde, iki dünya savaşı birden sahneye koyan İngiltere’nin bütün amacı, coğrafyanın mihveri sayılan bölgeleri doğrudan ya da dolaylı yönetmekti. İngiltere’nin bu bölgede üç önemli rakibi vardı: Rusya, Almanya ve Osmanlı Devleti.
İngilizler için özellikle Rusya ve Almanya arasındaki bir ittifak kâbus demekti ve o meşhur “ince” siyasi taktiklerini olası bu işbirliğini engellemek üzerine kuruyorlardı. Rusya ile Osmanlı Devleti’ni sürekli savaş ya da çatışma halinde tutmayı başaran, ikisinden hangisi zayıfsa ona destek vererek bu savaş halini daha da yıkıcı hale getiren bu siyaset, Almanya’yı da “kenar”da tutarak güç toplamayı gaye ediniyordu.
İngiltere için bu üç devletin aynı anda savaş halinde olduğu bir savaş ise rüya demekti ve bu rüyalarına 1.Dünya Savaşı’nı organize ederek ulaştılar. Bu savaş sonunda Osmanlı Devleti ile Almanya coğrafya belirleyen güçlü konumlarından uzaklaştılar. Almanya ve Rusya’nın hesabı ise, 2.Dünya Savaşı’nda görüldü. Amerika ile birlikte el altından destekleyip kışkırttıkları Hitler manyağını Rusya üzerine sürerek sonuç aldılar.
2.Dünya Savaşı sonunda Almanya yok oldu. Rusya ise insan varlığının neredeyse çoğunu kaybetmişti. Her iki savaşta Rusya, otuz milyona, Almanya ise on milyona yakın askerini kaybetti. İngiltere’nin toplam kaybı ise bir milyon bile değildi ve onların çoğunluğu da Yeni Zelanda ve Avustralya gibi sömürgelerden toplananlardı.
1.Dünya Savaşı bittiğinde Osmanlı Devleti’nin coğrafyanın merkezi sayılan tüm bölgelerdeki varlığı sona ermişti. Aslında Saray-Hükümdar, Avrupa merkezli bir savaşta mutlaka tarafsız kalınmasını istiyordu. Ancak darbelerle, cinayetlerle ülke yönetimini ele geçiren İ.T Partisi (İttihat ve Terakki Partisi) dar görüşlü, hırslı ve yetersiz bir avuç paşa tarafından yönetiliyordu ve hepsi de Almanya’nın kontrolünde birer maşa’ydı. Nitekim hükümdar iradesini hiçe sayıp kurnazca bir oldu bittiyle Devleti Aliye’yi Almanya’nın yanında savaşa soktular. Hatırlatalım: 1.Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nu fiilen Alman generaller yönetiyordu. 1915’deki meşum tehcir fikri de Alman askerlerin parlak fikriydi ve Talat Paşa gibi “ruhu yabancı” bir kukla tarafından uygulandı.
Bugün adına Orta Doğu denilen bölge 1.dünya Savaşı’ndan sonra oluşturuldu. Haritalar cetvelle çizildi. Türkiye, özenle petrol yataklarının uzağında tutuldu. Bölge mezhebî ve etnik hassasiyetlere göre ayarlanmış büyüklü küçüklü uyduruk devletle dolduruldu. (Irak uydurma bir devlettir, Suriye uydurma bir devlettir). Adına Orta Doğu denen Asya’nın bu kadim coğrafyası asla iflah olmayacak, barış içinde yaşayamaya izin vermeyecek düşmanlıkların, ayrılıkların tuzakları üzerine inşa edildi.
Osmanlı Devleti’nin “Büyük Savaş” sonunda asıl kaybı, Orta Doğu’yla beraber yönettiği İmparatorluk coğrafyasını yönetecek akıldan ve gelenekten mahrum bırakılması, bir zihin körlüğüne ve strateji fakirliğine mahkûm olmasıdır. Dünyanın her bölgesinde medeniyet inşa eden büyük ve muazzam birikimin, “mısır koçanı” ebadında bir coğrafya sığlığına razı edilmesidir.
Allahtan tarihin dönmek (devretmek) gibi bir kaderi var. Bugün Türkiye, 1920’de kendisine dayatılan sınırları, dahası aklının ve irfanının bile sığıştırıldığı bu coğrafyayla sınırlı olmayı kabul etmiyor. 1914 öncesinde kaldığı “belirtilen” büyük geleneğin ve küresel yaklaşımın ihtişamını özlüyor.
Yüz yıl önce mecburiyetten sınırlarına hapsolduğumuz paradigma artık çöktü. Bugün Orta Doğu ve ile “işbirliği” masalları artık sona erdi. Şimdi, “entegrasyon” ve “birlik” vizyonu geçerli. Pasiflikten sıyrılıp, aktif de değil; proaktif bir dış politikayı devreye sokan bu küresel vizyon, bizi hem coğrafyanın hem de “öğretilen aklın” sınırlarından kurtaracak ve özgürleştirip büyütecek yeni ve değerli bir dönüşümün mimarıdır.
Yüz yıl önce geri çekildiğimiz “kadim coğrafya”ya geri dönüyoruz. Yüz yıllık mahkûmiyet sona erdi.”
Bilinen ya da bilinmesi gereken gerçekleri, duru üslup ve net bir şekilde ilimiz gündemine taşıyan Sedat Akçakoyunluoğlu’nun yorumunu boşalttık bu defa sizler için, Pazar Filemiz’de...