Son on üç yılda on üç ayrı şehirde kırk dört yazarlık okulu veya akademiler gerçekleştirdim, yazarlık dersleri verdim. Çok şükür. Yüzlerce ders, kırkı aşkın söyleşi, kırklarca imza günü. Yer yer, zaman zaman sorarım öğrencilerime: Neler yazıyorsunuz? Diye. Kimi şiir yazıyorum diye cevaplar, kimisi öykü. Deneme yazıyorum de çıkar, portre yazıyorum diyen de. Ama en çok, belki yarısı, şiir yazıyorumcudur.

Ardından sormaya devam ederim: Şiir yazılan bir şey midir, yapılan bir şey mi? Evet dostlar; Yirminci yüzyılın en büyük edebiyat sorunsalı bu tartışmadır: Şiir yazılan bir şey mi yapılan bir şey midir? Şairler, edebiyat akademisyenleri, öğretmenler, iyi şiir okurları… Yazılan diyen de çok, yapılan diyen de. Bu tartışmayı alıp sekiz asır önce çöpe atan biri yaşıyor aramızda: Yunus Emre. Bizim Yunus. Cevabı mı? Çok açık: Şiir yaşanılan bir şeydir! Gerisi teferruat. Yunus, ömrünce tek dize, tek beyit, tek kıta, tek şiir yazmamıştır! Yazmamış, yaşamıştır. Şiir yaşamış, şiir söylemiştir Bizim Yunus. O kadar. Gayrısı yalandır. Yok hükmündedir. Muhaldir.

***

Bundandır, sekiz asır sonra bile, bu topraklarda en çok bilinen, en çok tanınan, en çok sevilen şair olması Bizim Yunus’un. Bu ülkede çocuklara en çok verilen beş isimden birinin Yunus olması bundandır. Okuma yazması olmayan analarımızın, şiir olduğunu bile bilmeden, ezberinden Yunus şiirleri söylemesi tam da bundandır. Yunus, hiç şiir yazmamış, hep şiir yaşamış, daima şiir söylemiştir, bir ömür.

Bu necip millet de gönüllerine yazmış Yunus Emre’sini, oradan söylemekte, oradan sevmekte, oradan yaşatmaktadır onu.

Yunus Emre, Anadolu insanı için bir şair değildir. Ona şair demek, hem ona hem diğer şairlere hem de bu millete haksızlık etmektir. Hadsizlik etmektir. Bahtsızlık etmektir. Yunus Emre bizim, sizin, herkesin yakın akrabasıdır. Evet evet; yakın akrabası. Tanımsız yakın akrabası.

***

Küçüktüm, ufacıktım; konuşamıyordum daha. Belki üç beş kelime… Beşikte - rahmetli - annemin beni bir ninniyle uyuttuğunu hatırlıyorum belli belirsiz: Şu cennetin ırmakları / Akar Allah deyu deyu / Çıkmış İslam bülbülleri / Öter Allah deyu deyu.

***

Küçüktüm, ufacıktım; biraz büyüdüm. Artık dört beş yaşlarındaydım. Benden on yaş büyük ablam, ki aslında halam da bana hep abla dedirttiler, akranlarıyla birlikte hatim indirmişti. Hiç unutmam; hatim indiren sekiz on kız çocuğu, biz tıfıllar da arkalarında, köyümüzün sokaklarında ilahi söyleye söyleye dolaşırlar, aralarından birisinin evine gelindiğinde, kapı önünde durulur; evin hanımı hepimize, galiba içine kırmızı boya katılan, buz gibi nefis şerbet ikram eder, ablalarımız dillerinde şu ilahi, yürümeye devam ederlerdi: Salınır tuba dalları / Kur’an okur hem dilleri / Cennet bağının gülleri / Kokar Allah deyu deyu.

***

Küçüktüm, ufacıktım; biraz daha büyüdüm. İlkokul öğrencisiydim artık. İlkokul ikinci sınıf okuma kitabımızda içimi serinleten, gönlüme kazınan bir şiir gördüm: Hakk’a âşık olan kişi / Akar gözlerinin yaşı / Pür nur olur içi dışı / Söyler Allah deyu deyu.

***

Küçüktüm, ufacıktım; büyüdüm, ilkokulu bitirdim. Komşumuzun kızı Tenzile Ablam hatim indirdi; evlerinin önü bayram yeri ve dillerde o tanıdık, sımsıcak, iç serinleten ilahi: Miskin Yunus var yarına / Koma bugünü yarına / Yarın Hakk’ın divanına / Varam Allah deyu deyu.

***

Derken ortaokula başladım. Artık sekiz kilometre mesafedeki ilçeye gelip gidiyordum. Kâh traktör tepesine tüneyerek, kâh yayan yapıldak. İlçeyle köyümüzün arasında bir köy vardı, şoseye oraya çıkıyor, oradan gidip geliyorduk. Bitişiği bakkal olan bir kahvehane vardı, Gara Nazif’in Kahvesi diyorlardı. Televizyon da daha yeni icat edilmiş, civarda bir tek oradaydı. Yağmurlu bir gün oraya sığınmıştık biz ortaokul çocukları. İki duvarda iki büyük fotoğraf vardı, evlerin yaylaların, karlı dağların olduğu. Birindeki şu dörtlüğün yazılı olduğunu bugün gibi hatırlıyorum: Koyun verdi kuzu verdi süt verdi / Yemek verdi ekmek verdi et verdi / Kazma ile döğmeyince kıt verdi / Benim sâdık yârim kara topraktır. Diğerinde ise dört dizeden oluşan dört kıta vardı. Ama en çok hatırımda kalan şu mısralardı: Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları / Bana seni gerek seni. Birinin altında Âşık Veysel, diğerinin altında Âşık Yunus yazılıydı. Zihnimde şimşekler çakıyordu, kimdi bu Âşık Yunus. Hangi kıza âşıktı. Niye yanıyordu. Kızı niye vermemişlerdi. Âşık Veysel kimdi, onun arkadaşı mı. O zamanlar aşk, sevda nedir bil(e)miyorduk. Altı üstü on iki yaşlarındaydık. Gara sevda diye bir söz kalmıştı kulağımda sadece. Acaba bu iki âşık arkadaş, babaannemim tabiriyle ayakdaş, acaba gara sevdalımıydılar. Eğer öyle iseler, hangi kıza sevdalanmışlardı da böyle yanıyorlardı. Bilmece içre bilmece minicik zihnimi kemirmeye başlamıştı.

***

Parasız yatılı sınavlarını kazanıp il merkezinde lise öğrencisiydim artık. Üstelik dinî merkezli bir lisede öğrenciydim. Tavil Numan - boyu iki metreye yakın sicim gibi bir öğretmenimizdi zira-, lakaplı Arapça öğretmenimiz bize Necip Fazıl’dan, Sezai Karakoç’tan, Cemil Meriç’ten söz ediyor; arada da adını duymadığımız bir şairden dizeler okuyordu: Yunus Emre der hoca / İstersen bin var hacca / Hepisinden iyice / Bir gönüle girmektir.

***

Biraz daha büyüdüm üniversiteli oldum. Endüstri mühendisliği okuyordum üstelik. Bölümümüzde biri Konyalı Sami Güçlü, şimdi profesör, bir ara Tarım bakanı, biri Kayserili Abdullah Gül, sonra doçent, yed yıl süreyle Cumhurbaşkanı, biri Trabzonlu, Yılmaz Güney, şair, meslek yüksekokulu eski müdürü, bir diğeri Maraşlı Osman Sarı, şair, asistanlarımız vardı. Bizleri kendi kardeşlerinden ayrı görmeyen, bilmeyen Sami Abi’den işitmiştim: Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz.

***

Ta yüreklerimize, hücrelerimize, atomlarımıza işleyen bir şiirdi bu. Aman Allah’ım; kim söylüyordu bunları? Çok ama çok merak ettim. Sordum soruşturdum. Yunus adında biriymiş. Derviş Yunus, Âşık Yunus. Ne zaman söylemiş? Sekiz asır önce… Aaaa. Olmaz. Olmamalı. Bugün gibi yeni değil miydi; taze, canlı, sıcak değil miydi söyledikleri? İçimize içimize işliyordu; ta yüreğimizin derinliklerine, iliklerimize, ruhumuza.

Nasıl başarıyordu bunu; cahil aklımla çözemiyordum. Şiirler karaladığım yıllardı; dört Türk’ten üçü şairdir ya bizim memlekette. Ben de şair olmalıydım zahir… Uzun süre, uzun vakit, uzun yıllar etkisinde kalmış olmalıyım Yunus’un. Ve Karacaoğlan’ın. Nereden mi anlıyorum. Ancak öldükten sonra yayımlanmasına izin verdiğim karalamalarıma yıllar sonra göz attığımda fark ettim. Aradan günler, aylar, yıllar geçti. Ben diyeyim otuz beş, siz deyin kırk yıl.

***

Artık elliye yaklaşıyordum. Çeyrek asırlıkta mühendistim. Bir gün, bizim şehrin Endüstri mühendisliği öğrencileri, çıkarttıkları Sinerji adlı dergileri için benle söyleşi yapıyorlardı; sordular: Yirmi beş yıllık bir endüstri mühendisi olarak sormak istiyoruz; sizce mesleğimizin tanımı nedir? Cevabım manşetlikti gerçekten, öyle de yaptılar: Endüstri mühendisliği ‘işi kolay kılma sanatı’dır. Yunus Emre dilince.

Bin bir tanımı olan mesleğimizi meğer yedi asır önce Bizim Yunus tarif etmişti, en güzel en doğru en uygun. Maliyetlerin ve hareketlerin minimizasyonu, kârın maksimizasyonu, üretimin optimizasyonu, şu, bu; hepsi boş, hepsi tatava, hepsi lâf-ı güzaf, hepsi lâf salatasıydı onların. Doğru ama eksiktiler. Matematikseldiler, çıkarsaldılar, kârsaldılar. Yine işi gönül bitirmişti; yine gönülden, içten, özden gelen bitirmişti. Söz, rakama galipti yine.

***

Bir keresinde Hacı Bektaş’a misafir olmuş, Hazreti Pir’e (Mevlana) selâm vermiş, Hacı Bayram Veli ile sohbet etmiş, Sivrihisar Hortu’da Hoca Nasreddin’le şakalaşmış, dönüyordum Ada’ma. Şu Bizim Yunusa da bir uğrayayım dedim. Yolumu döndürdüm doğru Eskişehir Sarıköy’e…

Buğday benizli, gönlü yanık, kara kaşlı kara gözlü, eli asalı, sırtı heybeli bir Anadolu dervişi karşıladı beni. Gönlünü açtı, gönlündekileri paylaştı benle; gönlündekilerle yedirdi, içirdi, doyurdu bu fakiri. Neler anlatmadı neler… Bırakın da onlar aramızda sır kalsın.

***

O gün bir şeyden daha bir emin oldum: Daha bir netleşti kavil kararım: O evimizin, sokağımızın, mahallemizin, şehrimizin, bütün bir Anadolu’nun, bütün bir Rumeli’nin ozanıydı; diliydi, diniydi, gönlüydü. O Bizim Yunustu; Mehmet’ten, Mustafa’dan, Ahmet’ten, Ömer’den Ali’den - ki üçü efendimizin, ikisi de halifelerin ismidir-, sonra Anadolu coğrafyasında en çok koyulan isimdi onun adı: En çok sevilen. Zira bizdi, bizimdi, bizdendi. İçinden geldiği gibi söylediği için içimize yer ediyordu; gönülden söylediği için gönüllerimizdeydi her daim.

***

Bir kez daha, bin kez daha anladım ki; Yunus Emre insandı, haza insan! Saf, safi, soft insan.

Yunus Emre huzurdu; Yunus Emre gönüldü; Yunus Emre sevgiydi. Yunus Emre aşktı, âşıktı, maşuktu. Yunus denilince benim aklıma hiç geliyordu hiç; en güzelinden, en koyusundan, en latifinden bir hiç…

***

Bir şey daha. Bugün bütün bir Anadolu’da, şehir şehir, ilçe ilçe, köy köy, hane hane, sedir sedir… sahih duru yalın bir Türkçe yaşıyorsa, bunun en büyük sebebi Yunus Emre’dir. Onun şiirleri sadece gönülleri diriltmemiş, Türkçeyi de yaşatmıştır.

Pirî Türkistan Ahmet Yesevî’nin ocağında demlenip Batıya doğru yola çıkan Türkçenin coğrafyamızdaki sahibi Yunus Emre’dir hiç kuşkusuz. Yüz otuz bin kelimesiyle dünyanın en büyük beşinci diliyse Türkçe, bu en çok Bizim Yunus’un hâlâ gönüllerimiz kadar lisanımızı da görklemesindendir.

***

Anadolu Coğrafyasında Kur’an’dan sonra en çok ezberlenen, en çok tekrarlanan, en çok sevilen onun şiirleri, onun sözleri, onun öğretisidir. Zannımca hayatı ve şiirleri liselerde bir yıl süreyle ders olarak okutulmalıdır, ders. En entelektüelinden okumamışına, profesörden okuma yazma bil(e)meyene dek, herkesin bilgesiydi o; sevdiği, bildiği, duyduğu.

O hiçlikteki devdi; yok oldukça daha çok var olan.

Ve onu en iyi, en güzel, en çok anlatan dörtlük; dünya var oldukça var olacak dizeleri:

‘Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz.’

***

Ezcümle; Yunus Emre bizim, sizin, herkesin akrabasıdır. Yakın akrabamız üstelik. Tanımsız yakın akrabamız. Kıyamete kadar.