Saygıdeğer büyüğüm Hilmi Yavuz’a yürekten katılıyorum: “Hüzün ki en çok yakışandır bize. Belki de

en çok anladığımız.” (1)

Şair, türkü olan, destan olan şiirinde der ya hani:

“Her nesnenin bir bitimi var ama,

aşka hudut çizilmiyor Mihriban.” (2)

Söz konusu Yemen (3) ise, gerçekten hüzne hudut çizilmiyor arkadaş.

“Havada bulut yok, bu ne dumandır?

  Mah (al)lede ölüm yok, bu ne figandır?

   Şu Yemen elleri ne de yamandır

       Ahu Yemendir, gülü çemendir,

       Giden gelmiyor, acep Nedendir?”

İki yüz elli bin yürek paremizin “ölmeden mezara koyulduğu Çanakkale”yi ayrı tutarak sormak isterim: Türk insanının yüreğini Yemen Türküsü kadar çok yakan hangi türkü, hangi savaş var Allah aşkına?

Sahi neresidir bu Yemen?

Yeryüzünde midir, gökyüzünde midir?

Bu dünyada mıdır, öbür dünyada mıdır?

Bundan ta yüz yirmi beş sene önce, köyünden çıkıp kazasının vilayetinin yolu zor bulan on binlerce Türk genci, Yemen ellerine, kar kış, dağ bayır, çöl batak; ayağı ayakkabısız, üstü başı yarı çıplak, kursağı yarı aç, neden ve nasıl gitmiştir?

Bilenler bilir: Oğlumun adı Ahmet’tir - ki Türkiye’de hâlen en çok koyulan erkek ismidir- oğlum adını dedemin dedesi olan Hacı Ahmet’ten (1845-1896) almakta; hani 1915’te Çanakkale’de, abidenin beş yüz metre kadar yakınındaki Triyandafil Çiftliği mevkiinde şehit düşen Raif dedemizin babası olan Hacı Ahmet. “Vatan görevi” için hayatının baharında Yemen’e giden, o günkü Türk evlatlarının hemen hepsi gibi bin bir badire, çatışma, yaralanma, tekrar savaş, esaret, kan göz yaşı hasret arasında, ancak otuz altı sene sonra evine dönüp evlenme fırsatı bulabilen, ilk çocuğu Zehra halamızı ancak otuz sekiz yaşında eline alabilen Hacı Ahmet.

Kâbe’nin bitişiğindeki Ecyad Kalesinde yıllarca şerefle nöbet tutan, bu arada hac vazifesini de yerine getirme imkânı bulabilen Hacı Ahmet. Kendisi Arabistan çöllerinde, Yemen vahalarında on altı sene Osmanlı düşmanlarına karşı savaşan, oğlunu da Boğaz Harbinde şehit veren Hacı Ahmet.

Tarihimizin 1850-1922 dönemi, yüz binlerce Hacı Ahmet’in, yedi iklim dört kıtaya, çoğunun “gidip gelmediği”, bir kısmının da kolunu bacağını kaybetmiş de olsa, daima alnı açık başı dik döndüğü facialar zinciridir.

Ve Hacı Ahmetlerin “facialar fırtınası”nda gönderildiği en uzak yer de Yemen’dir ya; nereye kalır bu Yemen?

Bir rüya mıdır, bir kâbus mudur, bir masal mıdır Yemen; sonu hep hüsranla, hicranla, dramla biten yanık bir Türkü müdür?

Her dinleyişimizde gönül tellerimizin akordunu alt üst eden bir ağıt mıdır:

“Kışlanın önünde redif (4) sesi var,

  Bakın çantasında acep nesi var,

  Bir çift kundurayla bir de fesi var,

         Burası Huş’tur (5), yolu yokuştur,

         Giden gelmiyor acep ne iştir?

Unutmayalım: Huş yahut Yemen, Konya kadar, Edirne kadar, Van kadar, Sivas kadar, Muğla kadar bizdendir; bizimdir. Neredeyse her bir metrekaresinde bir şehidimiz, her bir kilometrekaresinde bir eserimiz, her bir bulutunda bin ağıtımız vardır.

Niğbolu kadar, Kosova kadar, Malazgirt kadar da “içimizde ve sıcak”tır da.

Yemen bize borçludur; biz de “bizliğimizi” Yemen’e borçluyuz.

Yemen her ne kadar Kafdağı’nın arkasında “uzak ve bulanık” bir imge ise de, her dinleyişimizde bizleri göz yaşına gark eden “yakın ve içten” bir türküdür.

Öyle de kalacaktır.

 

-------

1) Hilmi Yavuz, “Büyü’sün Yaz”, Nazım Hikmet şiiri,

2) Abdurrahim Karakoç’un “Mihriban” adlı şiirinden bir mısra,

3) Yemen: Arap yarımadasının güneyinde yer alan, Türkiye’ye uzaklığı 3.600 kilometre, o günkü şartlarda 150

günde yürüyerek ulaşılabilen aziz bir memleket,

4) Osmanlı Devletinde  dördüncü kez cepheye çağrılan askere verilen isim,

5) Yemen’de korumak için binlerce şehit verdiğimiz bir Osmanlı kalesi.